Konuşmak iletişim için bir zaruret, insan için bir ihtiyaçtır. Her söze selam ile başlamak konuşma adabındandır. Olgun insanlar, yanlarına gelip selamsızca söze başlayanı: “Önce selam, sonra kelam” diyerek hemen uyarırlar.
Selam, iyi dilek ve duayı içeren her türlü sözdür. Her dilin kendisine göre selamlaşma sözleri vardır. Bunların illa da belirli bir kalıbı olmak zorunda değildir ama insanla muhatap olan, hatta boş eve girip yine kendisiyle muhatap kişinin işe selamla başlaması en doğru olanıdır. “Selamün aleyküm, aleyküm selam, merhaba, günaydın, hayırlı sabahlar, iyi akşamlar, iyi geceler, nasılsınız, hoş geldiniz, kolay gelsin, bereketli olsun, güle güle, hoşça kalın, Allah’a emanet olun, Allaha ısmarladık” gibi insanların bir araya geldikleri ilk anda, karşılaştıklarında ve birbirlerinden ayrılırken iyi dilek ve dua göstergesi olarak söyledikleri sözlerin tamamı selamlaşma sözleridir. Mezarlık ehline, tabiata, meleklere ve geçmiş peygamberlere selam vermek de övülmüş, önerilmiş, güzel bulunmuştur. Kişinin bir başkasıyla karşılaşması esnasında, söylenecek bir sözü olmasa bile ‘Sizi fark ettim, size dostum, siz benim içim önemlisiniz.’düşüncesinin ifadesi olan “selam” yine de verilmelidir. Sözlü iyi dilek, dua, hatır sorma ve tokalaşma ile selamlaşılmış olur. Selamlaşmada, gülümsemede ve tanışmada öncelik, ‘etken’ kişiliği yerleştirdiğinden önemlidir ve her zaman tavsiye edilir.
Selamlaşmayacak kadar eğitimden yoksun olmak ise hemen düzeltilmesi gereken bir yanlış ve eksikliktir.Kişi bir başkasıyla konuşurken, eğer oturuyorsa, yanına gelen de oturtulmalı, eğer unutursa, ziyaretçi izin alarak oturmalıdır. Doktor muayeneleri, öğretmen veli görüşmeleri gibi durumlarda oturanın muhatabını ayakta tutması ve bundan hoşlanması yanlış bir tutumdur. Konuşmada oturanın yapacağı ilk iş muhatabına yer göstermek olmalı, konuya daha sonra geçilmelidir. Kişinin ayakta durduğu bir ortamda, muhatabın ayakta durması sorun değilse de eğer konuşma uzayacaksa uygun bir yere oturmak daha doğru olur.
Kişinin aile içindeki muhataplarına göre konuşmasına gelince;
A-) Kişinin eşiyle konuşması:
* Hayatın merkezi: Önce şu bilinmelidir: ıster kadın olsun, ister erkek, hayatının merkezinde eşi bulunan bir kişi asla huzurlu ve dingin bir hayat yaşayamaz. Çünkü her insan yanılır, yanlışlar yapabilir. Yani insanın eşi de yanılır ve yanlışlar yapabilir. Böyle bir durumda, merkez yıkılacak ve bu yıkılmanın devamı da gelecektir, bu da mutsuzluk demektir. İşte böyle bir sevgi, hayatın dengesini bozar, çünkü merkezi yanlış yere inşa edilmiştir. Hayatlar merkezinde ancak “Allah” olduğunda dengeli yaşanır ve böyle yıkımlardan korunabilir. “Bir şeyi (aşırı) sevmen, seni (ona karşı) kör ve sağır eder.”(sav). Ve en önemlisi sevgi konusunda dengesi bozulan her şey bir sınanma sebebi olur. Bunu bildikten sonra kişi eşini doğru yere konumlayabilir.
* Eş kimdir: Eş, insanın ömrünün en uzun süresini birlikte geçirdiği/geçirme niyetinde olduğu kişidir. Eş, sınırların mümkün olan en aza indiği insandır. Eş, evlilik akdiyle bir araya gelmiş kadın ve erkekten her birisinin diğerine göre konumudur. Eş, kişinin arkadaşı, dostu, yoldaşı, dert ortağı, ömür ortağı gibi nitelikleri de taşıyan/taşıması gereken insandır. Eş, kişinin çocuklarının doğmasına vesile olan diğer kişidir. Eş, bu ve daha pek çok sebeple esasında insan hayatında en çok yer kaplayan kimsedir.
*İyi bir eş nasıldır: ıyi bir eş, dünya hayatının yükünü hafif hissettirir. İnsan iyi bir eşin yanında rahatlık ve huzur hisseder. Çünkü o gereken her durumda eşini önceleyebilir ve fedakârlık edebilir. Kadın veya erkek için böyle bir eş, kişinin birlikte vakit geçirmek için can attığı insandır. ıyi bir eş, her insana, birlikte sonsuz bir hayat için dua ettirir.
*Konuşma, ilgi ve iltifat: Böyle bir eşle oluşmuş güzel bir ilişkinin temelinde söz etkili midir? Elbette ki her türlü ilişkiyi ilk elde etkileyen ve yönlendiren şey sözlerdir, eylemler sözleri desteklerse sözler anlam kazanır. Eylemle desteklenmeyen sözler anlamsız, sözlerle süslenmeyen eylem kurudur. İnsanda kulak bulunduğuna göre demek ki eşlerin birbirinden duyması gereken şeyler de var. Kadın veya erkek, insanın eşi tarafından söylenmesi, sık tekrarlanarak unut(tur)ulmaması gerekli şeyler söylenmezse veya bir eşin söylemesi gerekenler eş tarafından hiç söylenmez de bunlar başka biri tarafından bir şekilde ifade edilirse, durumun nereye varacağı iyi düşünülmelidir.
-Ahmet Bey takımınız çok yakışmış.
-Ayşe Hanım, çok merhametli, çok iyisiniz.
-Sevil Hanım, ne kadar güzel olmuşsunuz.
-Hasan Bey ne kadar cömertsiniz.
-Osman Bey ne kadar güzel bir sesiniz var.
-Fatma Hanım gerçekten çok fedakarsınız.
-Selim Bey, kravatınız yeni mi, çok zevklisiniz.
-Zehra Hanım, siz her giydiğinizi nasıl bu kadar yakıştırıyorsunuz, gibi, veya:
-Siz gerçekten sevgiye, saygıya ve her şeyin en güzeline layık bir insansınız, gibi biraz imalı, gönül okşayıcı cümleleri insanlara başkaları değil, başkalarından önce ve başkaları yerine eşleri söylemelidir. Çünkü insan kulaktan da beslenir. Başkalarından bu ve benzeri sözleri işiten kişiler, eşlerinden benzer sözleri hiç duymamışlarsa, duygu ve düşüncelerinde sorgulama başlar ve insanlar eşlerinin kendilerinin farkında bile olmadığı sonucuna ulaşırlar. Hâlbuki eş, insanın en çok farkında olan kişi olmalıdır, eş kişinin en çok umurunda olduğu insan olmalıdır. İnsanlar güzel sözleri ve iltifatları eşleri için bol bol kullanmalıdır. Saçını kestirdiği karısı tarafından veya boyadığı/boyattığı kocası tarafından üç gün geçtiği halde fark edilmeyen bir kişi, bir de bunları başkaları fark etmişse, eşi için ne düşünecektir, ne düşünmelidir?
*Konuşma tarzı: Eş, kişinin en yakınlarından birisi olduğu için, onunla konuşmaları, “er-komutan”, “öğretmen-öğrenci” veya “anne, baba-evlat” gibi olmamalıdır. Bu tür konuşmalarda da geçerli olan “sevgi, saygı, hoşgörü, tatlı söz, düşünce özgürlüğü” gibi şeyler eşler arasında da bulunması gereken şeyler olmakla birlikte; “eş” ilişkisi tüm bunlardan daha yakın bir ilişki olduğu için, eşler arası konuşmalar da elbette daha yakın olmalıdır.
Eşlerin birbirine hitabı “sevgi, şefkat, saygı, ilgi ve yakınlık” hissettirecek nitelikte olmalıdır. İnsanlar alışık değillerse bile, tıpkı bir tiyatrocu gibi ‘eş’ olmanın gerektirdiği bir durum olan güzel hitapları öğrenmeli ve mutlaka kullanmalıdırlar.
Mesela; dünya üzerinde hiç kimse:
-Hayatım nerdesin, merak ettim
-Aşkım nasılsın?
-Bitanem, neyin var, hasta mısın?
- Canımın içi evde misin, gibi hitaplarla başlayan cümlelere, kötü, sert, kırıcı bir karşılık vermek isteğini ve gücünü kendinde bulamayacaktır. Elbette bu tür güzel hitaplar, insanın önce kendisini etkileyerek eşine karşı kibarlaştıracaktır. Hiç unutulmamalıdır; insanların kendilerine karşı en kibar, en nazik, en zarif davranılması gerekenleri eşlerinden başlamak üzere aile bireyleridir.
*Sözün etkisi: Bazen bir kadın veya erkeğin, benzerlerinden daha az niteliğe –ör: güzelliğe, yakışıklılığa, zenginliğe, makama, güce vs. ye- sahip olsalar bile, ailelerinde ve tabi genellikle çevrelerinde de diğerlerine oranla daha çok sevildiklerini gözlemlemek mümkündür. Bunun sebebi nedir, diye araştırıldığında şu ortaya çıkıyor: Bu sevgi ve ilginin sebebi, davranışa dönüşen tüm güzel ve olumlu düşüncelerle birlikte, sözün, doğru+güzel+tatlı kullanılmasıdır. Dilini/sözlerini güzel kullanamayan bir insan ne yapsa yeterli olmaz, çünkü insanda doyurulması gereken ‘göz ve mide’ gibi ‘kulak’ adlı bir organ daha vardır. Kulağı aç olanın, hatta açlıktan ölmek üzere olanın, haramla beslenme riski artacaktır.
*Ailevi sırlar: Eşlik ilişkisi, eşlerin birbirlerinin özelinden pek çok şeye de doğal olarak vâkıf oldukları bir ilişki türüdür. Birbirlerine anlattıkları için de birbirleriyle ilgili pek çok şeyden haberdardırlar. Bu özel alandaki şeylerin, bir gereklilik veya zorunluluk olmadıkça, hepsi özel kalmalıdır. Zaten aile de özeli bulunan özel bir kurum olmak demektir. Evli olanlar, arada geçimsizlik bulunanlar, bu sebeple belli bir süre ayrı kalanlar, evliliğin herhangi bir sebeple sonlandığı boşanmış eşler, özel kalması gereken zaman dilimlerine ve özel kalması gereken durumlara, saklanması gerekli sırlara gerekli saygıyı gösterme gereği duymayabiliyorlar. Bu yanlıştır, yapılmamalıdır.
“Kıyamet günü emanetlerin en büyüğü, bir erkeğin hanımının sırrını öğrendikten sonra yayması ve bir kadının kocasının sırrını öğrendikten sonra yaymasıdır.”(sav), (Müslim)
Eşler birbirlerine emanettir, boşansalar da birlikte oldukları zaman dilimi ve o dönemde yaşananlar emanettir, özel durumlar olarak saklanmalı ve emanetliği unutulmamalıdır.
*Aile büyükleri ve yakın çevre: Evli insanların çevresinde bulunan, genellikle yakın ilişki içindekiler ve akrabalar, bu özele girmekten çoğu kere hoşlanırlar. Genel ölçü şu olmalıdır: Kimsenin bir başkasının özel hayatına müdahale hakkı yoktur. Kimse de kendi özeline, başkasının burun sokmasına izin vermemelidir. Çünkü tek taraftan dinlenen basit şeyler bile bazen, üçüncü şahısların benzinle kıvılcıma yaklaşması sonucu büyüyerek ciddi bir sorun haline gelebilmektedir.
Bu özel, ancak çözümlenemeyen sorunlar ve halledilemeyen geçimsizlikler için, uygun ve uzman kişilere çözümü gayesiyle –mümkünse ortak karar almış olarak, birlikte- açılabilir. Bu, çıkmaza girmiş evliliğe bir yol açabilir. Başka hiçbir şekilde sırlar açılmamalıdır. Tabi ki sorunu, sorun sahipleri yani karı-koca çözmeye çalışmalıdır. İkisinden birisinin ailesinin, ilk elde olaya veya duruma müdahalesi evliliği çıkmaza sokar. Çünkü her aile, -nadir durumlar hariç- kendini evladının taraftarı olmak durumunda bulacaktır. Bu da sorunu çözmek yerine çözülemez hale getirir. ıyi niyetle ve sorunu çözme gayesinin dışında: “Karı-koca arasına giren benden değildir.”(sav) tehdidini de kimse unutmamalıdır. Aile büyükleri de bu anlamda bilinçli davranmalı, çocuklarının sorunlarını kendi başlarına çözmeyi başarmalarının, onların gerçekten büyümelerine ve olgunlaşmalarına yardımcı olacağını unutmamalıdırlar. Tabi ki aile büyüklerini, önemli olmadıkça bu tür konulardan uzak tutmak karı-kocanın bilinçli davranışıyla mümkün olur. Olgun aile büyükleri, sorunlar karşısında kişilerin anlaşabilmeleri, geçinebilmeleri için ne gerekiyorsa yapacak şekilde davranır. Eskiler, ailenin önemini bildiklerinden “Bez alırsan Musul’dan, kız alırsan asıldan” derlerdi; soyu belli ve iyi bir aile eğitimi almış, arkasında iyi bir aile bulunan bir kızın yaşatacağı aile saadetini ifade için. Tabi ki aynı şey erkek çocuklar için de geçerlidir. Eski yıllardaki boşanma azlığını biraz da aile büyüklerinin, yeni evlenenlere bu anlamdaki desteklerinde ve yardımcı tavırlarında aramak gerekir. Çünkü aile büyüklerinin söz ve öğütlerle en azından manevi anlamda yardımcı olduğu bir evlilik kolay kolay dağılmaz.
*Hoşnutluk ifadesi: Eşlerin birbirine hayatı kolaylaştırması gerekir. Karı-koca birbirinin başına bela olmak, birbirine hayatı cehennem etmek için bir arada değildir. Üstadımız Akif’in ‘Kör olası hanede evlad ü ıyal var’ dizesi, evliliğin tek devam sebebi olmamalıdır, çünkü böyle bir durumda evlilik yok, aynı evi paylaşan iki kişi vardır.
Eşler birbirinin saygı, sevgi ve şefkatini de hissetmelidir. Her eş bunu diğerine hissettirecek sözleri söylemeli, davranışları göstermelidir. “Size kendi cinsinizden, huzura kavuşabilesiniz diye eşler yaratıp, aranıza sevgi ve acımayı/merhameti koyması da onun ayetlerindendir…”(Rum Sr:21) ayetinin ‘acıma’ kısmı görmezden gelinmemeli, ayakaltına alınmamalı (Yusuf Sr:105), eşler diğerinin zorlandığı her yerde merhametli davranmalı ve yardımcı olmalıdır. Yardımcı olunacak hiçbir hususta, ilahi bir taksim veya yapılınca kişiyi dinden çıkaracak bir durum da söz konusu değildir.
*Dua: Eşler, birbirlerinden gördükleri, her güzel tavrın, sözün, durumun farkındalığını izhar için, şükran ifadesini ve bu sebeple edilen duayı birbirlerinin yüzüne karşı, sesli olarak yapmalıdırlar. şükran duygusunun ifadesi ve devamındaki dua, o halin/sözün artarak devamını sağlar. Yani insan neyin artmasını istiyorsa, ona teşekkürü, Allah ve kul nezdinde unutmamalıdır. Gıyabi duanın kabule daha yakın olduğu unutulmadan, kişi eşi için dua etmeyi ihmal etmemelidir, çünkü sonuçtan doğrudan kendisi ve tüm ailesi etkilenecektir.
B-) Kişinin çocuklarla konuşması:
“Kimin çocuğu varsa, onunla çocuklaşsın.”(sav)
“Çocuğu topraktan ayırmayınız, toprak çocuğun baharıdır.”(sav)
“Çocuklarınızla yedi yaşına kadar oynayınız, on beş yaşına kadar eğitiniz, on beşten sonra danışınız.”(Hz. Ali)
Yukarıya verdiğimiz üç ölçü ‘anne+baba-evlat’ ilişkisinde temel alınmalıdır. Herkesle olan ilişkide olduğu gibi, kişinin çocuklarıyla ilişkisinde de ‘sevgi, saygı, şefkat, merhamet’ temeli oluşturmalıdır. Anne-babanın tepemize çıkarlar kaygısıyla, sevgisini göstermemesi yanlış bir tavırdır. Her çocuk anne-babası tarafından çok özel bir sevgiyle sevildiğini hissetmeli, bilmelidir. Ancak bundan sonra onların sözleri ve onlardan gelen istekler, çocuk için bir şey ifade edecektir.
* Konuşan kişi: Çocuklar, büyüklerinin söylediklerinden çok, büyüklerinden gördüklerini yaptıkları için, onlara tavsiyede bulunma, telkin etme, yol gösterme, örneklik etme konumunda bulunan kişilerin, söylediklerini davranışlarıyla onaylama noktasında son derece titiz olması gereklidir. Gerçekten etkili olanlar, söylediklerini yapanlardır. Çünkü çocukların öğütten çok örneğe gereksinimi vardır. Bu konuda öncelikli sorumluluk sahibi olan anne-baba şunu hiç unutmamalıdır: Her başarının temelinde sevgi vardır. “İyi bir hayat, ilhamını sevgiden alır, yönünü bilgiyle bulur.” (Seçme Yazılar, Russell) Evrensel doğrular ışığında, ancak özü, sözü ve davranışı bir olanlar kişilik bütünlüğüne sahiptirler. Ancak onlar, izinden gidilecek gerçek ve değerli birer öncü olabilirler. Bu bütünlüğün olmadığı insanlar, mecburen kişilik parçalanması yaşarlar ve anne-baba dahi olsalar çocuklarına örnek olamazlar. Çünkü sözlerle eylemler, tohum ve toprak gibidir, ancak birlikte olduğunda, birbirini tamamlamadığında gayeye ulaşmak mümkündür. Çocuklar açısından bakıldığında; sözün kimden çıktığı ne kadar önemliyse, söz söyleyenin söylediklerinin kendi üzerindeki etkisi, hayatındaki görüntüsü, belirtisi de o kadar önemlidir. “Bal demekle ağız tatlanmaz.” ve herkesin bildiği gibi yalnızca söz işe yaramaz. Çünkü ancak ‘Kalıbı ile kalbi, kalbi ile dili, dili ile davranışı uyumlu insan huzurludur.’onların sözleri etkili olur ve onlar örnek alınabilirler.
Çocuklar hayatlarının ilk yıllarında, horozun ağzındaki inci gibi, uygun olmayanlardan yüksek anlamlı sözler duyarlar ve daha sonra bu kişilerin söyledikleriyle hiç de uyumlu olmayan hayatlarına tanık olurlarsa, bu durum onları olumsuz etkiler. Böyle bir durumdaki kişi, söylenen/anlatılanları sorgulamadan önce Mevlana’dan bir dizeye kulak vermelidirler: “Bilgili olmayanın dilindeki hikmetli sözü ödünç elbiseler bil.”
*Gaye: ıyilik ve güzellik adına eğitim işi, kimin kimi eğitimi olursa olsun başlı başına bir ibadet gibidir. Çocuklara verilen bu anlamdaki eğitim ise kolaylık açısından suya, kalıcılık açısından mermere yazı yazmaya benzer. “İyiliği öğreten insana, denizdeki balıklara, varıncaya kadar her şey selam ve iyilik dileklerini/dualarını gönderir.”(sav) (Camius-Sağir, 4136)
*Konum: Anne-baba, (öğretmen veya bir başkası) çocuklarla yapılan ikili konuşmalarda, yan yana veya “L” harfi gibi oturulmalıdır. Yere çömelerek veya bir şey üzerine oturarak, boyca eşit seviyede olacak halde olunmalıdır. Çocuk, arkası dönük otururken, uzaktan veya tepesine dikilerek de yapılmamalıdır. Konuşan kişi ile çocuğun gözleri aynı seviyede, göz teması yapacak şekilde olmalıdır.
* Hitap şekli: Çocuklara da herkese olduğu gibi muhakkak çok özel ve onların hoşuna gidecek güzel hitaplarla hitap edilmelidir. Ör: Altmış beş yaşındaki bir profesör, on dokuz yaşında bir delikanlı, kendisine soru sormak istediğinde, herkesin yanında şöyle dedi: “Buyurun Mehmet Bey, bir sorunuz var herhalde.” Bu muhterem hoca muhatabı bu gence, adıyla veya ‘sen’ kelimesini kullanarak hitap etmesini kimse yadırgamayacağı halde, ‘Bey’ diyerek ‘siz’li ifade kullandığı için, bu gencin ona olan sevgisi ve saygısı arttığı gibi gönülden bağlandı. Bu genç, küçüklere ve gençlere güzel hitap etmenin yaygınlaştırılmasının gerekli olduğunu ifade ettiği gibi, bu inceliği de sık sık dile getirdi. Gönüle talip kişiler, bu konuda dikkatli olmalı ve kişilere, onların istediği gibi, onları onore ve motive edecek, yönlendirecek şekilde seslenmelidirler.
*Ses tonu: Söze gülümseyerek, güzel bir hitapla başlanmalı ve sevgi ifade edilmelidir. Bundan sonra söylenecek söze başlanmalıdır. Sesin tonu kesinlikle yumuşak olmalıdır. Bağırmadan, acele etmeden, tane tane konuşulmalıdır. Konuşulurken, çocuk konuşmaya, cevap vermeye veya itiraz etmeye niyetlendiğinde, konuşan derhal durarak, çocuk ne söylüyorsa ‘sonuna kadar ve sözünü kesmeden’ dinlemelidir. Eğer çocuk, karşısındakinin sözünü çok sık kesiyor ve onu söylemek istediğini söyleyemeyecek hale getiriyorsa, o zaman konuşan kişi sesin tonunu bozmadan: “Ben konuşmamı bitirmeden sen konuşmaya başladığın zaman, ne söyleyeceğimi unutuyorum, dikkatim dağılıyor. İzin ver sözlerimi bitireyim, sonrasında sen de ne söylemek istiyorsan söyle, ben dinlerim.” diyerek, sırayla konuşulması gerektiğini bir kez daha hatırlatmalıdır.
* Cümle yapısı: Herkesle olduğu gibi, çocuklarla konuşurken de daha çok anlamı ve yüklemi olumlu olan cümleler kullanılmalıdır.
Mesela; aynı anlama gelen:
“Oğlum namazını geciktirme”
“Oğlum namazını vaktinde kıl” şeklindeki iki cümleden daha etkili olanı ikinci cümledir. Çünkü ilk cümlenin yüklemi olan ‘geciktirme’ kelimesindeki ‘me’ olumsuzluk ekinde vurgu yoktur, bu sebeple ses daha kısık çıkar. Emir kipinde çekimlenmiş bu yüklemin ‘geciktir’ kısmı vurgulanarak öne çıkmış olur ve bilinçaltına bu kısım yerleşir. Mesela; “Akşam geç kalma” yerine, “Akşam erken gel” cümlelerinin yüklemlerinde de durum aynıdır. ‘kalma’ yükleminde vurgu ‘kal’ kökünde olduğu için algılanan kelime odur, eylemin de öyle şekillenmesi ağırlıklı ihtimaldir. “Sıcak havada dışarı çıkma.” yerine “Hava serinleyince dışarı çık.” hatta “Eve erken gel olmaz mı” yerine “Eve erken gel olur mu” şeklindeki olumlu ifade daha doğrudur.
* Yöntem: Çocuklar biçimlenmekte olan kişiliğe sahip olduklarından onlarla yapılan konuşmalar daha çok onların ilgileneceği, hoşlanacağı ve başarabileceği konularda olmalıdır. Ör: “Bunu yapabileceğini biliyorum, esasında bunu sen de biliyorsun”, “Eğer gerçekten ister ve gereken çalışmayı yaparsan elbette bunu yapabilirsin.”gibi. Çocuk, daha önce üzerinde konuşulmuş bir konuda, bir gelişme kaydettiğinde ise, bu asla görmezden gelinmemeli ve: “Gördün mü, yaptın işte, başardın bak…” denilerek, gerekirse uygun bir şekilde ödüllendirilmelidir. Çünkü ‘takdir, övgü ve ödül’ yeteneklerin gelişmesinde en önemli etkendir. “Marifet, iltifata tabidir.” (Muallim Naci) sözü unutulmamalı ve çocuklarla konuşmada ve onların eğitiminde kullanılmalıdır.
*Olumsuzluklar da konuşulmalıdır: Çocuk istediği şeyi yapamaz ve başarılı olamazsa, anne-babanın tavrı ne olmalıdır? Elbette çocuklar mutluluklarını olduğu gibi, yanlışlarını veya başarısızlıklarını da anne-babalarıyla paylaşabilmelidir. Çocuğa ‘Neden böyle oldu, acaba daha başka ne yapabilirdin?’, ‘Bundan sonra ne yapabilirsin?’ soruları, -gerekiyorsa- yöneltilerek düşünmesi sağlanmalıdır. Hayat tecrübesine sahip büyüklerin ve tabi anne-babanın, bazı şeylerin, her türlü ön tedbir ve çalışma yapılsa bile, bir kısmet işi olduğunu çocuklara muhakkak anlatmaları, öğretmeleri gereklidir. Ta ki ilerleyen yıllarda zorluklarla karşılaştıklarında gereksiz yıkımlar yaşamasınlar.
*Çocuk fıtratı ve merhale: Anne-baba öncelikli olmak üzere, çocukla konuşanlar ve onun eğitimiyle bir biçimde ilgilenmek durumunda olanlar, ‘bambu’ ağıcının fıtratını iyi öğrenmeli ve anlamalıdırlar. Çünkü çocuk fıtratı bu ağaca çok benzer. Bambu ağacının tohumu, yedi yıl toprak altında sürekli sulanır. Yedinci yıldan sonra çıkar, ilk yıl yirmi beş metre kadar büyür, sonraki yıllarda kırk metreye kadar da uzar. Çocukta ve her insanda bu potansiyel vardır. Kan ile fışkı arasında oluşan süt (Nahl Sr:66), emek ve zaman ister. Kanın süt olması için biraz zaman geçmesi gerektiğini bilen insanlardan, çocuklarla yakın ilişkiler içerisinde bulunanlar bilmelidirler ki, bu çocukların fıtratlarının süt gibi doğal ve temiz olabilmesi için bir sürece gereksinim vardır. Emek verenler, aceleci olmamalı, zaman vermeyi, zamanını beklemeyi de bilmelidirler. Tıpkı güzün buğday eken çiftçinin, hasat için yaza kadar beklediği gibi. Hem emek vererek hem dua ederek
* Fiil dua: Yalnızca sözle yapılan duanın/çalışmanın yetersizliği, sözü edilen şeylerin uygulama sahasına geçirilmesinin bir zorunluluk olduğu bilindiği halde, tohum ekmekten ve bu tohumu bıkmadan usanmadan yıllar yılı sulamaktan, yeşerdiği anda koruyarak yaşamasına yardımcı olmaktan uzak duranlar, lafla peynir gemisi yürütmeye çalışanlardır. “Kuru duayı bırak, ağaç isteyen tohum eker.” (Mevlana) Bu bilinen bir gerçek değil midir?
*Büyük kimdir: Çocuklar hem küçükken hem de ergenlik dönemlerinde zaman zaman çevrelerindeki kişileri, kendilerine hâkim olmakta zorlanacak hale getiriler. Onlar bunu bazen davranışla, bazen sözle, bazen bilinçli, bazen bilinçsiz yapabilirler. Çocuk karşısındaki anne-baba, çocuğa göre büyüktür. Büyüklüğün, çocuk için anlamı kuvvettir. Kuvvetli, önce kendisine hâkim olmakla güçlü olan insandır. Güçsüzü, küçüğü ezen, hırpalayan, döven, aşağılayan kişi, güçlü değil zorbadır. Kuvvetli kişi, çocuklar karşısında da sakin ve yumuşak olmayı başarabilen kişidir. Çünkü gerçek büyüklük budur ve büyük bilir ki: Küçük suç işler, büyük bağışlar, örter, düzeltir.
* Davranış dili: Anne-baba, öğretmen ve gönüllü eğitimciler, çocukların davranış dilini okumayı ve çocuklar konuşurken sözlerle beraber onların davranışlarına dikkat ederek ve ses ahengini dinleyerek, doğru anlamayı öğrenmelidirler. Çünkü bazen davranış dili ve sesin tonu, söylenenden çok, başka şeyleri anlatmaya çalışabilir ve çocuk anlatmaya çalıştığı şeyi ifadede zorlanabilir. Bazen çocuklar duygu ve düşüncelerini ifadede zorlanırlar. Bazen hiç anlatamazlar, bazen de söylemek istediklerinden çok farklı sözler dudaklarından dökülür. işte bu sebeple anne-babalık gerçekten zor zanaattır. Çünkü çocuğu sık değişken oluşu sebebiyle anlamak gerçekten zordur. Üstelik bir çocuğun en büyük mutluluğu, konuştuğunda anlaşıldığını düşünmesidir.
*şikâyet yerine dua: Anne-baba çocuklarıyla ilgili ona buna şikâyetler etmekten vaz geçmelidir. Çünkü hangi insan ki şikâyetçi olduğu konuda şikâyetlendiği kadar dua etse, merhametlilerin en merhametlisi –umulur ki- ona bir yol açacaktır. “Ben gam ve kederimi ancak Allah’a şikâyet ederim.” (Yusuf Sr:86) ayeti bu anlamda da okunmalıdır. O’nun dışında herkese dertlenen, kimden çözüm, yardım istemiş olur. O’ndan mı? Ve O “Kişi ile kalbi arasına girer.” (Enfal Sr: 24) ve dilerse viraneyi mamur eder.
Ters Öneriler:
* Eğer korkak bir çocuk istiyorsanız, çocuğu yerli yersiz her suçu ve yanlışı sebebiyle azarlayıp dövünüz. Azarlayıp dövmeseniz bile, her suçunu gündeme getirin, başına kakın ve sık sık da hatırlatmayı unutmayın.
* Eğer pısırık bir çocuk istiyorsanız, tüm hareketlerine aşırı kısıtlamalar getirip olumsuz yüklemlerle talimatlar veriniz. ‘Atlama düşersin, koşma yorulursun, yapma üstün kirlenir, terleme hastalanırsın, yeme, içme…’gibi.
* Eğer hiçbir şeyi iyi yapamayan bir çocuk istiyorsanız, hata yapmasına, dolayısıyla bir şey yapmasına izin vermeyiniz. Bunun yerine ‘Ver ben yaparım, dur ben yaparım.’deyiniz.
* Eğer saygısız bir çocuk istiyorsanız; ona sık sık bağırıp çağırın, onu dinlemeyin, haklarına saygı göstermeyin ki o da saygı göstermemeyi iyi öğrensin.
*Eğer şiddete yönelik bir çocuk istiyorsanız ve hatta ilerleyen yıllarda çocuğunuzun kardeşlerine, size ve çevredeki herkese hatta hayvanlara eziyet eden, şiddet uygulayan birisi olmasını istiyorsanız, onu sık sık dövün ve o başkasını dövünce onu övün ve sevinin.
* Eğer sevgisiz bir çocuk istiyorsanız, sevginizi hiçbir şekilde göstermeyin, onun size yakın olmasına, sevgi göstermesine izin vermeyin, arkadaşları ile ilişkilerini kıskançlık üzerine oturtmasına sebep olacak her türlü yönlendirme ve tahriki yapınız. Hayvanları sevmesine izin vermeyiniz ve sevip hoşlandığı her şeyi aşağılayıp küçümseyiniz.
* Eğer özgür ruhlu bir çocuk istemiyorsanız; onun düşüncesini hiç sormayınız, onu hiç dinlemeyiniz, hiçbir hususta onun önerilerine veya isteklerine –kendisiyle ilgili bile olsa- önem vermeyiniz. Her zaman kendi isteklerinizi yapın ve onu da buna zorlayınız. Ona sık sık başarılı ve mükemmel olmak için sizi aynısıyla taklit etmesi, sizin kopyanız olması gerektiğini söyleyiniz.
C-) Evlatların, anne-babalarıyla konuşmaları:
Her kişinin edep, terbiye ve nezaketi, anne-babasına olan tavrı, davranışı ve konuşması ile ölçülebilir. Bu ölçünün şaştığı henüz görülmemiştir.
Normal durumlarda anne-baba, her insanın üzerinde ‘emeği, özverisi, sabrı, şefkati, sevgisi’ en fazla olan kişilerdir. Haklarının büyüklüğü asla inkâr edilemez ve tartışılamaz. Neredeyse, kendilerini yok sayarak vakfedilmiş bir hayat yaşarlar. Genellikle ömrün en güzel, en verimli ve enerji dolu yılları çocuklar uğruna harcanır. Hayatın, insanın biyolojik yapısının ve toplumsal gerçeklerin, insanı doğal olarak bulundurduğu durum –çoğu kere- böyledir. Anne-babalar ise, çok önemli bir vefasızlığa uğramadıkları sürece bu durumdan şikâyetçi değillerdir. Hak etmedikleri halde uğradıkları vefasızlarda ise “Yine de Allah ayaklarına diken batırmasın” diyerek, acının ve sıkıntının en küçüğünden bile, evlatlarını, Allah’a emanet etmeyi unutmazlar. Çünkü onlar herkesten iyi ve yaşayarak bilmektedirler ki: “Evladın ayağına batan diken, ana-babanın ciğerine, yüreğine batar.” Bu sebeple ana-babalar, sanki üzerlerinde hiç emekleri yokmuş gibi, sanki evlatlarının onlara karşı hiç sorumlulukları yokmuş gibi, onların mutluluklarını ve başarılarını en uzaktan seyretmeye bile razıdırlar hem de hamdederek, şükrederek.
Tabi ki olması gereken bu değildir. Daha genç ve güçlü iken önemsenmeyen pek çok şey, anne-babaya yaşlılığında çok zor ve ağır gelebilir. Çünkü evladı olduğu halde, evladından başkasına muhtaç olmak, elbette çocuklarına yıllarca emek veren bu insanları üzecektir. Evlada muhtaç olma durumunda ise, evlat kadir bilir bir kimse ise bu muhtaçlığın sıkıntısını onlara elinden geldiği kadar yaşatmamaya, hissettirmemeye çalışacaktır. Çünkü o bilecektir ki, evlat, anne-babasının cennetle müjdelenen ayakları altına tevazu kanatlarını yaymalıdır. Onun çocukları nasıl evlat olunmasını gerektiğini doğru şekliyle kendisinden öğrensin ve onun ayakları altına da öyle bir müjde verilsin. Bu düşünce, evladın anne-babasını en düşkün döneminde bile, sıkıntı görmemesi sonucunu ortaya çıkarır.
"Neden böyle yan yan yürüyorsun yavrum" diye sorar anne yengeç çocuğuna.
"Düzgün yürüsene! " der. "Pekala anne" der çocuk, "Sen önümden düzgün yürü, ben seni takip ederim. "
Hiçbir evladın anne-babasına kızma, bağırma, azarlama, normal konuşma esnasında bile sesini yükseltme, bıktığını ifade eden sözler söyleme hakkı yoktur. Hiçbir evladın, kendisinin ve anne-babasının yaşları kaç olursa olsun, küserek ve ilgiyi keserek anne-babasını terk etmeye hakkı yoktur.
Evladın; anne-babanın cahilliği, anlayışsızlığı ve inanç farkı sebebiyle çaresiz kaldığı durumlarda yapacağı şey, onlarla yine yakından ilgilenerek, her iş ve ihtiyaçlarında yardımcı olarak –belki- araya biraz mesafe koymak olmalıdır.
“insana anne ve babasına iyi davranmasını tavsiye ettik… şükret bana ve annene ve babana.” (Lokman Sr:14) Her evladın anne-babasına yalnızca sözle değil, emekle ve davranışla da bir teşekkürü olmalıdır. Çünkü her nimetin şükrü kendinden olursa, o gerçek bir teşekkür sayılabilir. “…Eğer onlardan biri veya her ikisi de senin yanında ihtiyarlayacak olurlarsa onlara ‘öf’ bile deme! Onları azarlama. Onlara güzel söz söyle.” “…şöyle dua et: Rabbim, onların küçükken bana merhametle muamele ettikleri gibi, şimdi de sen onlara merhamet et.” “Eğer Rabbinden ümit ettiğin rahmeti kazanmak için, onlardan uzaklaşırsan, hiç olmazsa onlara yumuşak söz söyle…” (ısra Suresi:23,24,28) Bunlar insanı ve hayatı yaratan evrenin sahibinin sözleri: “Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez. Ama insanlar kendi kendine zulmederler.” (Yunus Sr:44; Kehf Sr:49)
Bu konuda iki güzel örnek şöyle verilir: “(İsa dedi ki: Allah,) Beni de anneme iyi davranışlı kıldı ve beni asi bir zorba kılmadı.” “(Yahya) Anne ve babasına iyi davranırdı. Zorba ve isyankâr değildi.” (Meryem Sr:32,14) Bu iki üstün insanın, kendilerini yetiştirenlere karşı davranışları, hiç şüphesiz Son Kitap’ta laf olsun diye anlatılmadı.
Evlatlar ise, kendilerinin verdiği yorgunlukları, zahmetleri unutarak benmerkezci bir dünya kurup, bireysel geçmişlerini unutarak bir hayat yaşayabileceklerini, huzurlu ve mutlu bir gelecek oluşturabileceklerini sanmamalıdırlar. Anne-babanın sevgisi, duası, manevi desteği olmadan bunlar nasıl mümkün olur?
“ Bir anne, gecenin ikisinde, başka bir şehirdeki oğluna telefon eder, oğlu uykulu sesle şöyle der:
- Ne var anne, neden gecenin bu saatinde rahatsız ettin?
Annesi cevap verir:
-Bir şey yok oğlum, yirmi iki yıl önce bu saatte sen de beni rahatsız ederek dünyaya gelmiştin, yeni yaşın ve doğum günün kutlu olsun.”
Yani özetlersek: “Kullarıma söyle, sözün en güzel olanını söylesinler…” (İsra Sr:53) ölçüsü, tüm sözler için çerçeve olmalıdır.