Kur'anî Hayat Dergisi (sayı 2014/35)
‘Hep birlikte Allah'a tövbe edin ey müminler!’
(Nur, 24/31)
Bilerek veya bilmeyerek hata yapabilme potansiyeline sahip olan insan, hatayı nasıl yapmışsa onun tövbesini de öyle yapmalıdır. Yani hata bireyselse öyle bir tövbe, ailevîyse ona uygun bir tövbe, bir topluluğu ilgilendirecek kadar çapı genişse ona göre bir tövbe gereklidir. Tıpkı bunlarda olduğu gibi, dönülmesi gereken yanlış ve tövbe edilmesi gereken önemli kusur eğer bir kavmi, milleti/ümmeti, devleti ilgilendiriyorsa, o zaman o tövbenin de ona göre yapılması gereklidir. Bilindiği gibi hatalar topluca işlenmişse onun tövbesi de topluca olmalıdır, tıpkı dünyada veya ukbada cezasının da toplu olacağı gibi. Çünkü topluca yaptığımız yanlışların bireysel tövbesinin yapılması, yeterince sadra şifa olmaz.
Bir milletin işlediği önemli hataların karşılığı da elbette hatayla orantılı olarak büyük olacaktır. Bizler dünya Müslümanları olarak, geçmişte yapılmış ve hala da yapılmaya devam edilen pek çok önemli hatanın sonucu olarak, ortak bir zillet içerisine düştük. İslam’ın izzeti bize yansımadı, olanca görkemine rağmen beşerin insanlaşma prensipleri olan İslam, ona mensup olduğunu iddia edenler elinde ya gerektiği gibi temsil edilemedi ya da büsbütün temsilcisiz kaldı. Günümüz Müslümanlarının en önemli sorunu, İslam’ı temsil edecek çapta, kapasitede ve yeterlilikte kişilere sahip olmamasıdır. Bu olmadığı için de Müslümanlar, sorularının doğru cevabını bir türlü doğru yerde aramıyorlar ve sorunlarının doğru çözümünü bir türlü doğru tespit ederek, lazım geleni yapması gerekenlerin, kendileri olduğunu idrak ve ifadeye yanaşmıyorlar.
Geniş coğrafyamızda ve hatta bütün dünyadaki işgallerin dahi temelinde, Kuran’a mensup olduğunu iddia edenlerin, Kuran’a uymayan düşüncelerinin, hayatlarının, sosyal ve siyasal sistemlerinin vebali vardır. Milletimizin âlim ve düşünürlerinden bazıları, yapılanların yanlışlığının farkına vardı ve düzel(t)mek çabası içine girdi. İşte bizim, -dünyanın her yerinde bulunan-, bireysel tövbesini bir şekilde yapmış böyle yürek sahiplerinden ilk isteğimiz, millet olarak yaptığımız büyük hataların tövbesini, millet olarak yapabilmek için gereken bilinçlendirme işlemine başlamalarıdır. Ancak böyle bir bilinçlenme sonrasında, hatalarımızın fiili tövbesi mümkün olacaktır. Topluca yapılan yanlışlardan ancak topluca dönmek, topluca doğru tavrı göstermek, anlamlı ve değerli sonuçlar ortaya çıkarabilir.
Millet olarak yaptığımız hatalardan, fiili tövbesi topluca ve öncelikli olarak yapılması lazım gelen hususlardan bazıları şunlardır:
Irkçılık Hastalığı
Kuruluş felsefesinde, devletin ve eğitimin yapılanma modeli olarak Batının ulus-devlet modelinin alınması, asırlardır birbirine karışmış olarak yaşayan Müslümanların gücünü azaltacak şekilde parçalanmaya sebep olmuştur. Bunun sonucu olarak İslam coğrafyaları parçalandı ve bu parçalarda, tohumu yabancıların eliyle atılan, bakımı, sulanması yine onların eliyle hala yapılmaya devam edilen düşmanlıklar ortaya çıktı.
Kitabımızın kardeş kıldıklarının, -kişisel hırslarının ve bu sürecin bir sonucu olarak- birbirlerine ‘Habil ve Kabil’ türü bir kardeşlik yapmalarının elbette bir bedeli olacaktı ve oldu. İnancın engin denizlerinde birlikte rahat nefes almak yerine, Şeytan felsefesiyle hareket ederek birbirlerine hayatı ve dünyayı dar edenlerin, bu yaptıklarının elbette bir bedeli olacaktı ve oldu. ‘Allah, onları, bazı günahları yüzünden musibete uğratır/uğratmayı istiyor. …Cahiliye hükmünü mü istiyorlar? İnanan milletler için, Allah’tan daha güzel hüküm veren kimdir?’ (Maide, 5/49, 50) Bu hükümlerin ötesi, kişinin kendine, ailesine, çevresine, milletine, devletine zulümdür. Elbette aynı durum, bunların her birinin diğerine zulmüne de sebep oluyor. Ve bilindiği gibi ‘adaleti ayakta tutmak’(Maide, 5/8) için gayret içerisinde olmayan ‘O zalim kavmi, Allah doğruya iletmez.’(Maide, 5/51)
İnsanın kavim ve kabilesini sevmesi yanlış değildir; yanlış olan, yanlışlarına rağmen tarafgirlik yapmasıdır. Ne olursa olsun kavminin her halini ve her yaptığını savunmanın Kuran’daki ifadesi, ‘atalar dini’ ve ‘şeytan ırkçılığı’ olarak adlandırılır ve reddedilir. İnsan kavmine iyilik ve güzellikte yardımcı olmalıdır. Onlara sadakatini de geçmişten bugüne gelen iyi ve güzel hususlarda göstermelidir. Yoksa ‘Atalara sadık kalmanın, ataların ocağından külü değil, alevi taşımak olduğunu ve bir nehrin ancak denize doğru giderek kaynağına sadık kalacağını hatırlayarak…’(Jaures, İslam ve İnsanlığın Geleceği, s.184, Roger Garaudy, Ter: Cemal Aydın, 8. baskı, Pınar Y, Temmuz, 2013, İst) şekillenmeyen bir kavim sevgisi, doğru bir sevgi değildir. Tecrübe ve doğru bilgiden mahrum şiddetli vatanseverlik ve milletseverlik, kişiyi ve topluluğu, vatana ve millete zararlı eylemler yapmaya yöneltebilir. Tıpkı ama bir kalfanın zücaciye dükkânında çalışması gibi… İşte ırkını sevmek yerine, ırkçılık yapmak da budur.
Kuran’ın Terk Edilmesi
Çoğu insanın dinle alakalı bilgisi vardır ama dini inancı yoktur. Tüm düşünceleri zanlardan ibarettir. Bu durum bilinenlerin yeterli olmaması ve idrak haline gelememiş olmasındandır. Bu yüzden insan, doğru-yanlış ölçüleri konusunda zaman zaman karmaşa yaşayabiliyor.
İnsan aklı, gücünün yetmediği ve idrakini aşan şeylere karşı iki tavır geliştirir:
a) İnkâr
b) Anlamaya çalışma
Güçlü bir zekâ ve sezgiye sahip olanlar, inkâr için acele etmezler. Kendilerine, hakikati aramak, düşünmek, sonucu değerlendirmek için zaman ve imkân verirler. ‘Diyelim ki siz biraz bilginiz olan konularda tartışıyorsunuz; peki ama hiç bilginiz olmayan konularda niçin tartışıyorsunuz?’(Al-i İmran, 3/66) ölçüsünü öğrendiklerinde, zihnen-aklen durmaları gereken yerler olduğunu kabul ederler.
Mevcut dünyanın inancı bireyselleştiren ‘düalist’ yapısının İslam/Kur’an tarafından onaylanmayışı, Müslümanların bireysel, ailevî, sosyal, siyasal hayatlarının laikleşmesi önündeki engeldir. Çünkü İslam, hayatta düalizmi reddeder, ahireti bile dünyanın doğal devamı kabul eder. Kur’an’ın, ahireti tanıtma ve ahirete inançtan sonraki neredeyse tüm hükümleri, görev ve sorumlulukları dünyaya yöneliktir. Sosyal tezahürü olmayan bir dinden bahsetmek mümkün değildir. İslam’ın ümmet meydana getirdiğini göz ardı ederek, bireysel ibadetlerden oluşan bir din olarak algılamak, Kuran’ın ve uygulaması olan sünnetin yanlış anlaşılmasıdır. Çünkü Kuran’ın temel amacı, Kuran’a dayalı bir toplum oluşturmaktır.
Bazı insanlar ancak çareleri ve sebepleri bittiğinde Allah’ı hatırlarlar. Bu durum ‘geçici tevhit’, geçici inançtır. Tıpkı, Kur’an’da karanlık gecelerde, dalgalı denizde kalanların durumu gibi; onların büyük bir kısmı da karaya basınca derhal eski hallerine dönerler. Bu toplumun beyazlaşanları da başları sıkıştıkça, bir süreliğine atalarının dini olan İslam’a dönüyorlar. Ama ‘Atalarının dindarlığı ile kurtulacağını zannedenler, babalarının yemesiyle kendi karınlarının doyacağını, içmesiyle susuzluklarının gideceğini, okumasıyla bilgili olacağını sananlara benzerler.’(İmam Gazali)
Kuran’ın birey ve aile hayatına olduğu gibi, millet ve devlet hayatına da yön veren ‘ana prensipler’i vardır. Bunların terki, millet ve devlet hayatında, yapılanların gaye ve hedefi açısından bir kıble değişimine sebep olur.
Devlete ve toplumun sosyal hayatına tıpkı bir güzel koku gibi sinmesi, yerleşmesi gereken Kuran’ın, bu durumdan çıkarılıp ancak fert ve ailenin bazı durumlarda ihtiyaç duyabileceği bir kitap haline getirilmesi, gerçekte onun tüm hayattan uzaklaşmasına sebep olmuştur. Yani Kuran’ın hayata aktarılmasında, ‘kişi, aile, toplum, devlet’ birbirini destekler ve bütünler konumda olmalıdır. Bunlardan birinin eksikliği, -ister istemez- Kuran’ın yani Allah’ın tüm bunlarla ilgili muradı ilahîsine aykırı bir hayatı hepsi için ortaya çıkarır. ‘Rabbim, gerçekten benim kavmim bu Kuran’ı terk edilmiş (bir kitap) olarak bıraktılar.’(Furkan, 25/30) ayetinin ihtiva ettiği uyarı, Müslümanların idraklerinin kulağında küpe olmalıdır.
Yabancı Kültür ve Medeniyetlere Tabi Olmak İsteği
‘Türk kültürünün İslam kültürü ile ayrılmaz bir bütünlük teşkil ettiğini ve bu bütünlüğün 14 asırlık bir tarihe sahip olduğunu öncelikle hatırlamak gereklidir.’ (İslam’da Şehir ve Mimari, s.75, Turgut Cansever, Timaş Y, 2. baskı, 2006, İst) İşte bu temel sebeple ‘Bir medeniyet dönüşümü geçirmek isteyen Türkiye, katılmak istediği medeniyet tarafından reddedilmektedir.’(Huntington)
Kendi milletimizin kültür mirasının reddedilmesi, insanların, kendi çocuklarının kendilerinden başka türlü olmasını istemesi anlamına gelir. Bu durum gerçekte kendi değerlerine karşı bir güvensizlik sorunudur. Bu durum kendisini ‘Batılılaşmak’ olarak ifade etmektedir. Bu yönelişin kendisini bilim adına dayatması da doğru bir gerekçe değildir. Elbette ilmî her türlü gelişmeden faydalanmak gerekir. Ancak faydalanılan şey ‘ilim’ olmaktan çıkarak ‘değer yargıları’ ve başka toplumların kendilerine ait millî öneri ve modellerini aktarmak, taklit etmek olursa, bu yanlıştır. ‘Milletçe yükselmek için Batı medeniyetinden istifade etme lüzumunu duyduk. Bu düşünce nasıl olduysa ‘Bunun için mutlaka Batılılaşmamız gereklidir.’gibi yanlış bir kanaat doğurdu. İşte bütün gayretlerimizi faydasız ve güdük bırakan en esaslı yanlışımız bu olmuştur.’ (Buhranlarımız ve Son Eserleri, s.101, Said Halim Paşa, Haz. M. Ertuğrul Düzdağ, İz Y, 8. baskı, İst) Diğer sahalarda olduğu gibi, eğitim sahasında da yapılan tek şeyin, ‘Bir saman kâğıdından bütün iş kopya almak.’ (NFK) dizesinde ifadesini bulan aktarmacılık/tercüme olması doğru değildir.
Eğitim, gerçek anlamda ‘millî’ olmak zorundadır. Değişmekte olan dünya ve çağın ihtiyaçlarının gerektirdiği şekilde ‘çağdaş’; ‘değişmez değerler’ noktasında ‘evrensel’ olmalıdır. Çünkü milletin bekası, eğitimle doğrudan bağlantılıdır. Gayrı milli bir eğitim, milletin bekasını tehlikeye sokar. O takdirde eğitim, yeni nesli milletine yabancılaştırır ve bu nesil, milletine karşı –farkında olmadan da olsa- düşmanca tavır alabilir.
Bu sürecin sonucunda olan da şudur: Tarlayı siz sürer-ekersiniz, hasadı eller ‘DEVŞİRİR.’ Çünkü milli kültürü vasıtasıyla, milletine aidiyet duygusu oluşmamış bir genç –evet, iyi yetiş(tiril)miş olabilir- ancak en fazla, elini çabuk tutanın ‘DEVŞİRME’si olur.
Milletin ortak bir değer manzumesi etrafında, asgari müştereklerde birleşmesi bir zarurettir. Yaşandı, görüldü ve umarız ki şu anlaşıldı: Milletimiz, ‘Batılılaşmak’ gibi bir davanın etrafında birleşmemiştir. Çünkü bu dava milletin kendisine yabancılaşması sonucunu doğurduğu için zaten batıldır, zaten ihanettir. Öyleyse geriye diğer seçenek kalıyor: Milletin kendine ait değerler etrafında kenetlenmesi. Zira milletimizin ayakta kalması için başka bir yol yok.
Müslümanlar Yerine, Gayrimüslimlerle İttihada Girilmesi
Bugün yurdumuzda, bir anlamda birbiriyle adı konulmamış bir savaşı yaşayan iki ayrı kültür vardır. Bu iki ayrı kültürü benimseyen aileler çocuklarının da benimsedikleri ve değerli buldukları, gerekli gördükleri kültürle yetiştirilmesini istemektedir. Bunların birisi ‘Millî kültür’ temelli bir eğitimi diğeri ise ‘Batıcılık’ adı altında bir eğitimi arzu etmektedirler. Kendi değerlerine güveni kalmayanların savunduğu Batıcılık kendisinin bir sömürge dayatması olduğunu gizleyerek ‘yenileşme ve değişme’ adıyla sunmaktadır. Asıl istek, çocukların Batı kültür ve değerleriyle yetiştirilmesidir. Bu ise gönüllü devşirilmedir. Onlar, ‘Küfür tek millettir.’(HŞ) ölçüsünü ve ‘Kâfirler birbirlerinin velisidir. Eğer siz bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur.’(Enfal, 8/73) ihtarını hatırlamak istemezler.
Bunu izah için bir örnek: ‘I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devletimiz, Almanya ile ittifak etmiş, pek çok cephede birlikte savaşmaktadır. M. Akif, Avusturya’da Viyana’dadır. Avusturya da Almanya ile birlikte savaşmaktadır ve dolayısıyla Osmanlı Devletimiz ile de müttefiktir. Akif, gece halkın meşalelerle sokağa çıktığını görür. Merak eder, öğrenir. Savaştıkları İngiltere, bir Osmanlı toprağı olan Kudüs’ü işgal etmiştir. Hilâl kaldırılıp haç geleceği için (aynı safta olduğumuz) Viyanalılar/Almanlar, şenlik yapmaktadırlar.’
‘Atın otlağına bir domuz dadanmıştır. At, bir adama gidip durumunu anlatır, kendini kurtarmasını ister. Adam der ki:- Silahlarımla birlikte sırtına binmeme izin verirsen seni bu işgalden kurtarırım. At, buna izin verir. Ancak o zaman anlar ki otlak haricinde, kendisi de özgürlüğünü kaybetmiştir.’(Retorik, Aristo)
Cemaatçilik (Grupçuluk/Fırkacılık) Yapılması
İnsanlar bir takım doğrular çevresinde toplanarak birliktelikler oluşturabildikleri gibi; aynı şeyleri yanlış kabul etmekte de ortak görüşe sahip olup bunun çevresinde de bir araya gelerek birliktelikler oluşturabilirler. Sosyal ve siyasî bu yapılanmaların gücü, mensuplarının ‘makam, mevki, para, silah’ gücü ile doğru orantılıdır. Bu sebeple bazen doğruyu savunanlardan daha güçlü olabilmektedirler. Bunlar, din adına bir yapılanmaya sahip oldukları gibi, din dışı bir sebep etrafında da yapılanmaya gidebilmektedirler.
Grupların, asıl bünyeye göre kendilerinin bir altküme olduğunu unutarak, kendilerini asıl yerine koymalarının adı ‘cemaatçilik/fırkacılık’tır. Bir topluluğun bu hale gelmesi, İslam’a fayda yerine zarar verir. Toplumlarda yapılmak istenen bazı şeylerin kendilerine ‘makam, mevki, para, imkân ve hatta bazen de silah’ verilmiş bu topluluklar eliyle yapılması bu yüzdendir. Bu tür oluşumlarda sistem kolayca ‘tek adam’ yönetiminde oluşabiliyor ve o kişiyi ele geçiren/kontrol eden, takipçisi olan binlerce kişiyi de kontrol etmiş oluyor. ‘O dinlerini parça parça eden ve kendileri de değişik gruplara ayrılanlardan (olmayın). Her grup kendi yanında olanla sevinmektedir.’(Rum, 30/32)
Bunların en belirgin özelliği, ‘kendilerinin, hak ve hakikatin tek gerçek temsilcisi olduğunu sanmak’ şeklindeki yanılgıları/saplantılarıdır. Buna inanırlar ve bunun için bir ispat aramazlar. Bu sebeple başkalarını, ancak yeri geldikçe kullanabilecekleri kişiler olarak gördükleri, üstten bir bakışa sahiptirler.
Bunlardan kendilerini İslam’a nispet edenler, -garip bir şekilde- İslam’a uzak duran pek çok kişi ve kurumla irtibata girmekte hevesli oldukları halde, düzgün bir yaşantıya sahip Müslümanlarla mesafeli olmaya dikkat ederler. Başka herkesle, ‘istişare, işbirliği, diyalog’ çabası içinde olanların, aynı çabayı, Allah’ın kendilerine ‘Müminler ancak kardeştirler.’(Hucurat, 49/10) ayeti gereği kardeş kıldığı gruplar ve milletler için neden göstermezler, anlamak mümkün değildir. Üstelik bu meşhur ayetin şu devamına rağmen: ‘Öyleyse, kardeşlerinizin arasını bulun.’(Hucurat, 49/10) Bu emrin hayata geçirilmesi için, kendini bu ayetle yükümlü görenlerin öncelikle kendilerinin, kardeş kılındıkları herkesle aralarını düzeltmek zorunluluğunu anlamaları ve yaşamaları gereklidir.
Üretmediğini Tüketen Geniş Bir Pazar Olmaya Rıza Gösterilmesi
Tanzimat Fermanı, Rumlar ve Ermeniler başta olmak üzere Osmanlı coğrafyasındaki gayrimüslimlerin çıkarı ve statüsü için ilan edilmiştir. Müslüman halk için hiçbir değer ifade etmediği gibi, hiçbir faydaya da sebep olmamış; yapılan düzenlemelerle mevcut gücünü de kaybetmesine sebep olmuştur. Zaten halk da bunun neden yapıldığını derhal anlamıştır. O günden itibaren Osmanlı coğrafyası sömürüye açık hale gelmiştir.
Batılı sömürü;
1-) Coğrafi işgallerle askeri ve siyasi olarak,
2-) Ekonomik yaptırım ve şartlarla ticari sömürü olarak,
3-) Dinî, kültürel ve dil dayatmaları konusundaki baskılarla, her şekilde yoluna devam etmektedir. Batı Avrupa ve ABD eksenli sömürü haricinde Çin ve Rusya’nın da kendilerine göre, silah güçleri daha az ve zayıf olan milletleri sömürmesi, yeni şekillerle ve aynı hızla devam etmektedir. Ana gaye her zaman ucuz hammaddeye ulaşmak ve yeni pazarlar bulmaktır.
Bu ülkelerin sömürücüsünün diliyle eğitim görmeye mecbur edilen eğitimli kesimi, en fazla sömürgen ülkenin mütercimi ve ürettiklerinin bayii olabiliyor. Zaten onların kendi hammaddelerini mamul madde haline getirmesine izin ve imkân vermemek için her yol deneniyor. (Buna örnek olarak İngilizlerin, Hindistan’da ve Bangladeş’te, kendi kumaş satımını artırmak için, başparmaklarını kestirdiği dokuma ustalarının sayısını vermek yeterlidir. Yalnızca Bangladeş’te kırk bin kişi)
Üretmediğini tüketen toplumların kaderi, batmaktır. İnsanlar, daha fazla tüketebilmek için daha fazla kazanmak arzusu/hırsıyla hareket ettiklerinde, toplumun sosyal dengesi sarsılır. İnsanlar hem muhtaç hem bağımlı hale gelirler ve tüketmek, gerekenlerin/ihtiyaçlarınkarşılandığı bir alışkanlık olmaktan çıkar ve haz veren bir iş olur. İnsanlar ihtiyaç duymadıkları şeyler için de harcama yapmaya başlarlar.
İslam coğrafyası, emperyalist dünyanın ‘bayi ve pazarı’ olmaktan çıkmak için yol ve yöntemler aramalıdır. Satın aldıklarını ve bunların yedek parçalarını, onların diledikleri fiyattan almaya ve ancak onların izin verdiği şekilde kullanmaya mecbur ve mahkûm olan bu koskoca dünyanın ne olup bittiğini iyi değerlendirmesi gerekir. Farklı coğrafyalarımıza dağıtılmış bulunan ‘yetişmiş insan, ham madde, para gücü, coğrafik imkân’ları toparlayarak gereken iradeyi gösterip, ihtiyaç hissettiklerini üreterek, -ilaç, silah, teknolojik aletler başta olmak üzere- bağımlılıktan kurtulmaları gereklidir.
Sömürünün Yerli Yüzü
Osmanlı sonrasında, Osmanlı coğrafyasında yaşanan işgallerin ve sömürgeleştirmenin, uzun süren savaşların kazanılması sonrasında, yeni bir yüzle yoluna devam ettiği artık herkesin bildiği bir durumdur. Frantz Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri kitabında da anlattığı şekilde, Batılı işgalci ve sömürücülerle savaşarak savaşı kazananlar, sömürünün yerli eliyle devam ettirilen ‘yerli ve acımasız’ bir yüzü daha olduğunu kısa sürede anladılar. Fakat bu süreçte ne yapacaklarının, kime, hangi duruma ve neye karşı mücadele etmeleri gerektiğinin tespitini bir türlü yapamadılar.
Emperyalist Batılı ülkeler, fiili işgalleriyle yaptıkları sömürüyü farklı ve daha az riskli yeni bir boyuta taşıdılar: Siyasal ve kültürel sistemlerini ihraç ederek, sömürü faaliyetlerine devam etmek. ABD ve AB ülkelerinde krallıktan teokrasiye kadar her türlü yöntem uygulanmaktayken, içeriğini her birinin farklı bir şekilde doldurduğu ‘demokrasi’ adlı bir sistemi dünyaya dayattılar. Bu sistemin temeli, toplumun yöneticilerini seçmesine ve değiştirmesine dayanıyordu. ‘…Şu kadarını söyleyelim ki bu, demokrasi konusunda, yüzyıllarca Afrika’yı köle olarak kullanan, bugün de çeşitli biçimlerde sömürüsünü sürdüren bir Batı’nın ders vermeye hiç yüzü yoktur.’ (Yaşayanlara Çağrı, s.350, Roger Garaudy, Ter: Cemal Aydın, Pınar Y, 5. baskı, Ekim, 2011, İst) Çünkü dünyanın her tarafında yapılanın ‘seçme ve seçilmeden’ çok, ‘kendini seçiyor ve seçiliyor sanma’ işlemi olduğu herkesin malumudur.
Medeniyetler ancak mensuplarının hayatını maddi ve manevi açıdan doldurabildiği sürece yaşar. Bizim medeniyetimiz de dâhil olmak üzere tüm büyük medeniyetler elbette ‘büyük ve önemli değerler’ üzerinde yükselirler. Ancak aynı medeniyet, kendi mensuplarının elleriyle şekillenen, ‘değerleri’ kadar güçlü ‘millî’ bir ‘siyasal ve askerî güç’ oluşturamazsa varlığını devam ettiremez. Yerli olduğu halde, yabancı bir misyoner haline gelen devlet adamları, toplumlarına ancak zulmeder fakat asla gereken hizmeti yapamazlar.
Bunun için milletin öncülerinin, kendi medeniyetlerinden kaynaklanan yöntemlerle, fikir ve fiilde tek vücut olarak, gereken planlamayı yapması ve bunu eyleme dönüştürmesi gerekir. Gandi’nin ‘Halkım gidiyor, yöneticileri olduğum için onları takip etmeliyim.’sözü, tüm coğrafyalarımızda, yöneten ve yönetilenin gelmesini istediğimiz konumun tarifi olarak kullanılabilir. Yoksa ‘halka rağmen, halk için’ zorbalıkları, milletin omuzlarının üstünde protez kafaların varlığının meşruiyeti olarak söylenmeye devam edecektir.
………..
'İslam düşüncesinin taşıyıcısı olan bir dünya, uzun zaman boyunca kiracı olarak kalamaz. Bu anormal duruma son verecek yeni Müslüman neslin önüne engel olabilecek bir güç yoktur… Bu inançla biz, Müslümanların, İslam dünyasının kaderini ele almaya karar verdiklerini ve o dünyayı kendi düşüncelerine göre tanzim edeceklerini, dost ve düşmanlarımıza ilan ediyoruz.’ ( İslam Deklarasyonu, s.16, Aliya İzzetbegoviç, Ter: Rahman Âdemi, Fide Y, 5. baskı, İst)
Dünya durdukça, ‘küfür ve İslam, hak ve batıl mücadelesi’ hep sürecektir. Bugün bu mücadele, dünyanın en gelişmiş silahlara sahip emperyalist ülkeleriyle, diğer ülkeler arasında niteliğinden bir şey kaybetmeden ve her geçen gün daha da şiddetlenerek sürmektedir.
Dünya üzerindeki savaşların %80’i işgal edilmiş İslam coğrafyalarındadır. Biz bu mücadelelerin penceresinden, bu çağın zalimlerine bakınca şöyle bir Karadeniz fıkrasını hatırlıyoruz: ‘Temel ile Cemal şöyle konuşurlar. Cemal der ki:’- Bir savaş çıksa, senin üstüne bomba düşse, ölsen, ot olarak çıksan, inek yese, pislik olsan, ben de seni görsem derim ki: -Uyy Temel çok değişmişsin.’ Bunu duyan Temel, hemen şöyle cevap verir: ‘- Bir savaş çıksa, senin üstüne bomba düşse, ölsen, ot olarak çıksan, inek yese, pislik olsan, ben de seni görsem derim ki:- Uy Cemal, sen hiç değişmemişsin.’
Büyüklerimiz derdi ki: ‘Dostuna yakın ol fakat düşmanına daha da yakın ol.’
Yaşadıklarımız bize bunun neden gerekli olduğunu şöyle öğretiyor.
‘ABD ve Rusya devlet başkanları Regan ve Gorbaçov, Cenevre’de buluşup şu kararları almışlardır: ‘Dünyada İslamiyet hızla yayılmakta ve Müslüman ülkelerde de maddi ve manevi bir kalkınma var. Bu mutlaka önlenmeli ve dini uyanış ‘İslamî görünen’ sapık inançlara kanalize edilmeli. İslam ülkelerinin kendi aralarındaki her türlü ilişkiler ve dayanışmalar önlenmeli. Önümüzdeki asrın potansiyel lider ülkelerinden Türkiye’nin güçlenmesine mani olunmalı ve muhtemel bir İslam dünyası liderliğine geçit verilmemeli. Türkiye’nin hem İslam âlemi hem de Batı ile arası açılarak tecrit edilmesi mutlaka sağlanmalı.’(Tarih ve Medeniyet Dergisi, sayı.54, s.5)
Ey kendilerinin ‘İslam Milleti’ olduğunu iddia eden büyük kitle!
- Coğrafyalarınıza bereketli ve hayır dolu yağmurlar inerek, ne ekerseniz bol bol yetişmesini, bolluk ve bereket içinde olmanızı istiyor musunuz?
- Malınızın, mülkünüzün artarak güçlenmenizi; yoksulluğunuz ve muhtaçlığınız sebebiyle size edilen zulümlerin son bulmasını istiyor musunuz?
- Neslinizin ve milletinizin güçlü ve nitelikli olarak çoğalıp, aile ve milletiniz için hayırlı olmasını ve size güç katmasını istiyor musunuz?
- Dünyada, huzur içerisinde, güzel, değerli, tatlı bir hayat yaşamak istiyor musunuz?
- Ve hem bu dünyada hem de bu dünyanın devamı olan ahirette af ve mağfiret istiyor musunuz?
Bunların yolu; milletçe yapılmış yanlışlardan, milletçe yapılacak, eylem boyutu da olan, gerçek anlamda bir tövbe ve istiğfardır… Çünkü Nuh as.ın dilinden, Kitabımızda tüm bunlar şöyle vaat ediliyor: ‘Dedim ki: Mağfiret/bağışlanma dileyin Rabbinizden… (Tövbe, istiğfar edin ki) Göğü(n yağmurlarını) üzerinize bolca salsın. Size mallar ve oğullarla yardım etsin. Sizin için bahçeler yapsın, sizin için ırmaklar oluştursun.’(Nuh, 71/10-12)