Ayten DURMUŞ, hertaraf.com 22.06.2024
Tanıdık gençlerden biri defalarca sınava girmişti, yazılı sınavdan yeter not alıp mülakatta sürekli eleniyordu. Yine böyle bir sınavda, kendinden önce mülakata giren tanıdık bir kızla karşılaşmış. Kız, mülakata girdikten bir iki dakika sonra çıkınca ona sormuş:
- Sana ne sordular sınavda?
- Adımı sordular sonra Avni Bey’in yeğeni misin dediler, sonra bir kitap okuyor musun şu sıralar dediler. Sonra da tamam çıkabilirsin, dediler, demiş.
Bu olayı anlatan söz ettiğim genç ise mülakata girince önce Divan Edebiyatımızdan bir dörtlük okumuş, bu dörtlük kimin, demişler. Sonra birkaç kitap adı söylemiş, bunlar kimin demişler. Daha sonra Türkiye’ye geçen yıl ne kadar turist geldi, demişler. Kendilerine sorulsa cevap anahtarını görmeden, muhtemelen bir tekini bile cevaplayamayacakları türden daha benzer sorular…
Bunları bana anlattıktan sonra dörtlükten aklında kalan sözcükleri söyledi, kitapların bir ikisinin adını söyledi, sordu bunlar kimin diye. Bu soruları ancak bir fakültede çok iyi bir edebiyat öğretimine ek olarak bu tür şiirleri ve eserleri okuyan az sayıdaki kişi bilebilirdi.
Sonra dedi ki:
- O kız işe girer, ben elenirim görürsün bak. Gerçekten de dediği gibi oldu.
Daha sonra yeni bir sınava daha girdi, yine mülakat vardı. Rahmetli babamla konuşmaya geldi ve şöyle dedi:
- Bu iş ancak selamla(?), torpille oluyor, bana torpil yapacak birini bul abi.
Babam bir süre araştırdıktan sonra birini bulmuş, kendisinden istenilene göre rahmetli babam ve rahmetli annem şöyle bir hazırlık yapmışlardı: İki çömlek peynir, 2 el örgüsü yün çorap, iki iğne oyalı yemeni, 2 bidon ev yapımı salça, 2 torba ev yapımı bulgur, 2 torba üzüm, 2 torba nohut, 2 torba fasulye vb. (bunlar beşer kiloluk) ve babamın yıllar önce Almanya’da işçi olarak çalışırken getirdiği evdeki sandıkta bulunan büyük boy Alman viskisi de bunlara eklendikten sonra üzerine de o günün parasıyla 20.000 TL konuldu. (Bu parayı da rahmetli babam vermişti çünkü onun bu parayı verecek durumu yoktu.) Bunlar gözlerimin önünde hazırlandığı için hala hatırlıyorum, yıl 1987 idi.
Torpil yapmak üzere ayarlanan kişi, yirmi gün sonra rahmetli babama:
- Sizin iş tamam, işe girecek, demiş; daha mülakat olmamıştı. Gerçekten de sonuç olumlu oldu ve mezuniyetinden beri yıllardır sınava girip yazılı sınavı kazanan ama mülakatlarda hep elenen söz ettiğim genç, bu son mülakatta kendisine yaşadığı köydeki hayatıyla ilgili birkaç soru sorulduktan sonra atandı.
İki hafta sonra işi başlayabilirdi hem de kendi ilinde. Fakat o, bu süreçten sonra derin bir üzüntü yaşadı. Milliyetçi-muhafazakâr bir yapıyı sahipti ancak üzüntüsünün nedeni, torpil yaparak başlayacağı işten alacağı maaşın helal olup olmaması değildi. Bu ülkeye kırılmış, gücenmiş, küsmüştü. Artık bu ülkede yaşamak istemiyordu.
İşte bu nedenle atandığı işe başlamak yerine, o sıralarda o bölgedeki yüzlerce değil binlerce genç-yetişkin delikanlı gibi o da Kanada’ya gitti. Uzun mücadelelerden sonra çalışma izni almış. Yıllar sonra izne geldiğinde orada yaşadığı sıkıntılarla dolu süreci anlattı, hiç sevmediği gurbeti anlatırken ağladı; ben yutkunamadım bile. Tıpkı yirmi yıl önce (1967’den itibaren) kendi insanlarının yapmadıkları ağır, zor, tehlikeli, sağlığa zararlı işleri yaptırmak üzere ülkemizden işçi isteyen Almanya’ya ve diğer Avrupa ülkelerine giden, adı işçi olan ama gerçekte kölelikten daha ağır koşullarda çalışan, tersine devşirme olarak açlık, yoksulluk, çaresizlik nedeniyle gitmek zorunda kalan yüz binlerce vatan evladı gibi. (Bu ülkede bir grup azınlığın, şapka, frak, balo, dans, opera, korse(!) gibi hayati(!) gündemleri olduğu bir dönemde, bu milletin çaresizlik içinde çırpınan, kuru ekmeği yumuşak ekmeğe katık eden yüz binlerce evladı, açlıktan kurtulmak için kendi ülkesinden bilinmezliklere doğru gitmek zorunda kalmıştı.) 1967, 1987, 2024, …. Ne değişti?
Şimdi; gücü eline geçiren, bu tür haksızlıkları adaletsizlikleri sürdüren, bulunduğu konumun tüm imkânlarını kendisi ve akrabalarının zenginliği için kullanan, mahkemenin kadıya mülk olmadığını unutan, yaptığı ve yapması gerekirken yapmadığı ya da yanlış yaptığı her iş ve durumdan bir gün hesaba çekileceği bilincinden yoksun kimselere, son yıllarda bu ülkenin önceki gibi aç ve çaresiz değil özellikle iyi eğitimli gençlerinin gözlerini yurt dışına dikmeleri karşısında şu sorular sorulmaktadır:
-NEDEN, bu milletin çocukları sürekli küstürülüp, umutları kırılıp, incitilip, çaresiz bırakılarak yönünü yurt dışına çevirmeye mecbur ediliyorlar?
-NEDEN bu milletin çocukları gittikleri yerlerde, o milletin yapmadığı en ağır, en kötü, en zor işleri yaparak hayata tutunmak zorunda kalıyorlar?
-NEDEN bu milletin çocukları başka ülkelere gitmeye, kölelik koşullarında çalışmaya mecbur ve mahkûm olurken, dünyanın dört bir yanından gelen yabancılar neden ülkeyi tıka basa dolduruyor? Bu süreçten hedeflenen tam olarak nedir? Bu ülke halkının, bu süreçten hoşnut olmadığını, ilgililere duyurmanın bir yolu yok mu?
-NEDEN bu ülke kendisini güçlendirecek, ayağa kaldıracak genç nüfusunu sürekli yurt dışına göndermek zorunda kalıyor? Acaba, bu ülkenin, bu ülke için savaşıp devlet kuranların soyundan arındırılma gibi bir hedefi mi var?
-NEDEN bu ülkede herhangi biri, işe yarar herhangi bir makama gelince onun yakınları ve çevresi hızla zenginleşiyor, hiçbir anlamlı-geçerli-gerekli neden olmadığı halde işsiz yakınlarının hepsi iş sahibi oluyor, işi olanlar da baş döndürücü bir hızla yükseliyor?
Bu millet, gücü ele geçirince haksızlık yapanların haksızlıklarını ve telafi edilemez yanlışlarını, makam gücüyle çalıp çırptıklarını, makam gereği diyerek yiyip içtiklerini onlara helal etmemektedir. Çünkü devletin malı deniz değil, hele sizin hiç değil; siz bunu hatırlamak istemiyorsunuz ama devletin malı milletindir!