Ayten DURMUŞ, hertaraf.com 19.12.2021
Turu, Ütopyayı oluşturan toplumun en kalabalık bölümüydü. Bunlar, yüzyıllardır her durumda ‘turuncu’ rengi öncelemişlerdi çünkü bu renk onlar için kutsaldı. Bu yeni bir durum da değildi. Ataları, onların ataları, onların ataları, bildikleri en eski geçmişlerine kadar hep böyleymiş bu. Turuncu, Turular için o kadar özeldi ki topluluk olarak adlarını bile bu renkten almışlardı. Bunlar, bu rengi toplumun her yerinde egemen kılmak istiyorlardı. Bunu belli oranda yaparak görünür kılmışlar ancak tüm ülkede yaygınlaştıramamışlardı. Bu görüntüden rahatsız olan bilgisayara korsanları, ilerleyen yıllarda ülkedeki iletişim ağlarında darbe yaparak gücü ele geçirdiklerinde, kendi egemenliklerinin göstergesi olarak işe toplumda yaygın olan ‘turuncu’ rengi değiştirmek istediklerini söyleyerek başlamışlardı. Oysa Turular için turuncu kutsal bir renkti. Bu yasağın kalkması için Turu toplumu tüm resmi makamlara başvurdukları gibi gençleri yollara döküp hazırladıkları pankartlarla gösteriler de yapmışlardı. Pankartlarda en çok göze çarpanlar ‘Turuncu Onurumuzdur!’, ‘Turuncu Namusumuzdur.’, ‘Turuncu varlık nedenimizdir!’ yazılarıydı.
Turu toplumunun tanrı ‘Turel’le bağ kurmak için yaptıkları ve ‘turun’ adını verdikleri bir ayinleri vardı. Onlara göre başka türlü tanrıyla bağ kurulamazdı. Bu nedenle ‘turun’ çok önemliydi, herkes tarafından iyi öğrenilmeli, her Turu sürekli bunu yapmalıydı. Bu sıkıntılı dönemde Turular, ‘turun’ yaparak tanrı Turel’den yardım istemişler ancak o da nedense bu konuya karışmak istememiş, onları kendi hallerine bırakmıştı.
Turu toplumunun büyükleri durumu şöyle değerlendiriyorlardı: ‘Eğer turuncu rengi kaybedersek biz yok oluruz. Bizi biz yapan en önemli öge ‘turuncu’ renktir. Bu renkten vazgeçemeyiz.’ Turu toplumunun iyi yetişmiş eli kalem tutan ve güzel konuşanları, var güçleriyle ‘turuncu’ rengi savunuyorlardı. Ancak bunların da çoğunun rengi ‘mor’ idi. Bunlara ‘morlar’ denirdi. Bunların hepsi, Turu’nun kadınlarını, kızlarını, gelinlerini hatta küçük kız çocuklarını bile turuncu renkle süslüyorlar; onların tokalarını, saçlarını, eldivenlerini, yüzüklerini, bileziklerini, gözlüklerini hep turuncu renkten hazırlıyorlardı. Ancak nedense kendileri turuncu renkli hiçbir şey kullanmak istemedikleri gibi hatta karışık toplantılarda turuncu rengi kutsayan ‘Turu’ toplumundan olduklarının bile bilinmesini istemiyorlardı.
Bilgisayar korsanlarının yaptıkları darbeden sonra ‘turuncu’ rengi yasaklaması karşısında Turu toplumunun önünde iki seçenek vardı: Ya darbenin buyruklarına boyun eğip turuncudan vazgeçecekler ya da turuncudan vazgeçmeyip hayatın her alanından çekileceklerdi. Turu toplumunun aklı eren bukalemunları, öngörü sahibi mavileri, bilge kuzgunileri ve akıl dane morları toplandı; sonunda bir karar aldılar. Ortak görüş şuydu: ‘Bizler zaten turuncu rengi kullanmıyoruz. Bu rengi Turu kadınları ve kızları kullanıyor. Bu durumda Turu kadınları ve kızları, darbecilerin ‘turuncu’ rengin kullanılmasını yasak ettiği yerlerden ayrılıp turuncu kullanmaya devam etsinler. Turu, turuncudan vazgeçemez.’
Turu kadınları, genç kızları büyüklerinin isteğiyle yasakların uygulandığı yerlerden ayrıldılar. Bu onlara büyük acı, büyük üzüntü hatta bunalımlar yaşattı. Çünkü bu konuda karar alanlar, nedense kararı onlar adına almışlar, bedeli onlara ödetmişler ama kahramanlığı ve yaptıklarını düşündükleri bu ‘fedakârlığın’ karşılığını kendileri almıştı; hem de her şekilde ve yıllarca.
Geçen zaman içinde bunu, Turu kadınlarının ve kızlarının çoğu fark etti. Turu kızlarından çoğu, geçen zaman içerisinde turuncu tokalarını, bileziklerini, eldivenlerini, gözlüklerini çıkardı. Turu kadınları ise turuncuyu kutsayarak geçirdikleri yıllar daha uzun olduğu için bir türlü ‘turuncu’ rengi tartışma konusu yapmak istemediler. Bu kadınlardan bazıları Turu’nun en eski kütüphanesine kapanıp yıllarını orada geçirmeye başladı. Kendilerini, geleneklerini, ibadetlerini ve en önemlisi ‘turuncu’ rengin kutsallığının kaynağını bulmak istiyorlardı. Uzun yılları böylece geçti. Sonunda birbirlerinden habersiz olarak okuyup araştırmalarına devam eden bu kadınlar, aynı sonuca ulaştılar. Ancak ulaştıkları bu sonucu, ‘bozguncu’ olarak adlandırılmamak için kimseyle paylaşamadılar. Bununla birlikte artık bulundukları yerlerde, turuncunun kutsallığı söz konusu olursa sözü hızlıca değiştirmeye başladılar.
Uzun yıllar süren çalışmaları sonucunda ancak anlayabilecek duruma geldikleri, kütüphanedeki tüm kitapların kendisinden kaynaklandığı ilk kitaptan anladıklarına göre:
‘Tüm renkler tanrıya aitti. O tüm renkleri güneşe vermiş, güneş de aydınlığıyla Turu’yu aydınlatmıştı. Her renk güzeldi, her renk kutsaldı. Hiçbir rengin diğer renge üstünlüğü yoktu. Üstün olmak erdemli olmakla mümkündü. Sözler tanrıya aitti. Tanrı Turel, hepimizin dilini anlar, bilirdi; kutsal bir dil yoktu. Hangi sözle seslenirseniz tanrı Turel duyar ve anlar hatta sözsüz de anlar ve duyardı. Bazıları, Turu inancının sahibi tanrı Turel’in sözü yerine kendi sözlerini koyarak insanlara, tanrı Turel adına kendi kurguladıkları yeni bir din öğretmişlerdi. Bu yanlış Ütopya’da sürekli yapılan bir yanlıştı. Bunu yapanlar kendilerini tanrı Turel’e ortak koşanlardı. Bazı Ütopyalılar ise din bilginleri Turaş’ların sözünü tanrı Turel’in sözünden daha önemli bulmuştu. Turel katındaki din, din bilgini olan Turaşların ve ayinleri yöneten Tursuk’ların biçimlendirdiği din değildi. Turu dininde, tanrı Turel dışında hiç kimsenin, gönül dilinden başka hiçbir dilin, gözyaşının rengi dışında hiçbir rengin kutsallığı yoktu!’
Kütüphanede yıllarını geçirenler, bunları öğrendikten sonra kendi toplumlarına baktılar: Turaşlar kendileri için ‘bukalemun’ dedikleri bir rengi uygun görerek kutsamışlardı. Bu renkle kimin yanına gitseler onun gibi oluyorlardı. Tursuklar ise kendilerine gündüz mavi, gece ışığında lila olan ancak gerçekte kime yaklaşırlarsa o renge dönen bir renk tercih ederek onu kutsamışlardı. Kuzguni rengi kendileri için kutsayan içine kapanmış bir topluluk da vardı. Bunların hepsi, kendi hayatlarında olmayan ‘turuncu’ rengi de başkaları için kutsayarak: ‘Turuncu kutsaldır, o kadar kutsaldır ki Turu toplumunun kadınları ve kızları turuncuyu yalnız takı ve süslerde değil, ellerini ve yüzlerini de turuncuya boyayarak kullanmalıdırlar.’ diyorlardı. Bunların dışında bir de kara yeşili kendileri için kutsayanlar vardı, onlar ise turunculardan nefret ediyor ve ‘Turuncuların kökünü kazımalıyız.’ diyorlardı. Bunlar bilgisayar korsanlarına her türlü desteği veriyor ve gereken kaynağı aktarıyorlardı.
Yıllar süren emekten sonra Tanrı Turel’e ait olduğu bildirilen ana kitapta yazılanları okuyup, anlayıp, değerlendirebilecek duruma gelen Turu kadınlarından kütüphanede olanlar, şaşkınlık içindeydiler. Yıllarca vazgeçmemek için uğruna nice fedakârlıklara katlandıkları ‘turuncu’ rengin Turu inancında ve tanrı Turel katında hiçbir anlamı yoktu. Şimdi bunu tüm Turu’ya nasıl anlatabileceklerdi ki? Çünkü Turu Toplumunu Eğitme Merkezlerinde sürekli okunan ve okutulan ‘Turu Dininin Kadınları İçin Kutsal İlkeler’ kitabının ilk sayfası ‘Turuncu kutsaldır.’ diye başlıyor, son sayfası ‘Turuncu namusumuzdur.’ diye bitiyordu.
Kütüphanedeki yıllarından sonra yeniden daha önce de sık sık bulunduğu Turu Toplumunu Eğitme Merkezine gelen Turu kadınlarından Turuce, buradaki kitapların tamamına yakınını, Kütüphaneye girmeden önce, yıllar boyunca okumuştu. Ancak yazarların niteliklerine, yetkinliğine ve yazılanların ilmi geçerliliğine bakmak nedense hiç aklına gelmemiş, hepsini kesin doğrular olarak kabul etmişti. O gün ilk kez yazarlarına baktı. Hepsi geçmişte ve günümüzde Turu’nun tanınmış mavi, kuzguni, morlarıydı. Kendileri için başka renkleri kutsadıklarından, bu kitapların her sayfasını dolduran ‘Turuncu kutsaldır’ ve ‘Turuncu namusumuzdur.’ sözlerinin bu kitapların yazarlarının hayatında hiçbir yeri yoktu; yazdıkları, onlara hiçbir sorumluluk ve yük getirmemişti. Turuce, bir süre düşündü sonra kendi kendine sanki bu yazarlardan biri karşısındaymış gibi söylendi:
‘Turuncuyu kutsal buyruk bildiğim için yıllardır ben bu rengi kullanıyorum, bunu kullandığım için bilgisayar korkanlarının yaptığı darbelerde yasakların tüm bedellerini ben ödedim. Sen turuncu için ne yaptın, ne bedel ödedin ki ‘Turuncu namusumuzdur.’ diyebiliyorsun? Var mı cebinden çıkarmadığın, kimseye göstermediğin turuncu bir mendilin falan? Ancak şu an biliyorum ki sen başka renkleri tercih ettiğin halde benden bile yüksek bir sesle: ‘Turuncu namusumuzdur’ dediğin için şu an zenginsin ve Turular içinde hatırı sayılır yüksek bir makamın oldu. Ama işin acı yanı, sizin bu sözlerinizle ‘turuncu’ rengi kutsal bilerek benim gibi tüm emeklerini yok sayanların bir kısmı bugün öğrendiler ki: ‘Turuncu kutsal bir renk değilmiş.’ Bunu öğrenmenin acısını kim kime nasıl anlatabilir ki? Sanki yıllarca tanrı Turel’i hoşnut etmek adına eşsiz bir eser için uğraşmışsın ancak sonunda demişler ki: ‘Senin bu yaptıklarının tanrı Turel katında hiçbir anlamı yok!’ E peki, şimdi onca acı, üzüntü, vazgeçiş, harcanan yıllar… Hepsi ne içindi? Bu yanılgının sorumlusu kim? Turuncunun hiçbir anlamı yokmuş oysaki! Ben bir hiç için yapmışım ne yapmışsam! Ömrümü bir hiç uğruna harcamışım! Tanrı Turel katında hiçbir anlama sahip olmayan bir renk için tüm isteklerimden ve amaçlarımdan vazgeçmişim. Şu an ne yapmışsam bir hiç için yaptığımı anlamak, bu uğurda katlandığım yoksunluklardan ve vazgeçişlerden daha büyük bir acı veriyor. Bir hiç için… Elde var hiç!
Turuce kalktı, evine geldi; yıllardır kullandığı ‘turuncu’ ne varsa hepsini topladı, kırdı, parçaladı; parçalayamadıklarını da bir kutuya doldurup ağzını sıkıca kapattı. Bu kutuyu da büyük bir denize atmak istiyordu. Ona bakanlar ne yaptığını anlamaya çalıştılarsa da anlamadılar.
İşte o gün, Turaş ve Tursuk Birliği yöneticilerinden bir davet aldı. Kendisine ‘Topluma Örnek Üstün Kişi Onur Nişanı’ vermek istiyorlardı. Turuce buna şaşırdı ancak içten içe bir mutluluk da duydu. Tören kentin büyük meydanında yapılacak ve Ütopyanın yeni bilgisayar ağında canlı olarak yayımlanacaktı. Gitti Turuce, pek çok kişinin konuşmasından sonra onu da konuşması için davet ettiler. O da kısa bir konuşma yaptı; ardından ona bir plâket, bir de kapalı zarf verdiler. Sonra ‘Topluma Örnek Üstün Kişi Onur Abidesi’ adı verilen ve yeni yapılıp alanın ortasında üstünde örtüsüyle duran bir eseri açmasını istediler. Turuce kalabalıkla birlikte oraya yöneldi, eline verilen makasla eserin şeridini kesti ve üstündeki örtüyü çevredekilerin yardımıyla çekerek açtı. Turuce gözlerine inanamıyordu, donup kalmış, kocaman açtığı gözleriyle şaşkınlık içinde heykele bakıyordu. Heykel kendisiydi ve hem heykel hem de heykeli süsleyen ne varsa hepsi kutsal renk ‘turuncu’ kullanılarak yapılmıştı. Turuce ve heykel… Tıpkı kendisini iki taş arasına sıkıştırarak derisini çıkaran yılanla geride kalan derisi gibi… Fakat yılanın çıkmış derisini uzaktan gören bir kimse onun yılan olmadığını, yılanın o deriden çıkıp gittiğini anlayamazdı. Turuce… Turuce’nin suçu ne?