Taha suresinin Hz. Musa kıssasının anlatıldığı bir bölümünde;
Hz. Musa’nın, kendisine tabi olanlarla hicret ettikten sonra Rabbinden vahiy almak üzere toplumundan ayrıldığı ve kırk gün sonra geri döndüğü anlatılır. Ve karşımıza dört ayrı insan modeli çıkar: Hz. Musa, Hz. Harun, Samiri, Samiri’ye uyanlar.
Biz burada, Samirî’yi merkeze alarak olayları değerlendirmek istiyoruz. Çünkü Kuran’da Samiri lakaplı bir kişiden söz edilmesi, insanlık tarihi içerisinde Samirilerin hep var olacağının ve Samirileşmenin hep devam edeceğinin; Samiriliğin hak din İslam yerine kurularak hayat bulacağının en açık delilidir. Samiri’nin ve Samiriliğin bu çağdaki karşılığını tespit edebilmek için model olarak gösterilen bu kişinin iyi tanınması gereklidir.
Bir Yolculuk Hikâyesi:
Hz. Musa’nın mücadelesinin Medyen dönüşünden sonraki önemli bir bölümü Taha suresinde anlatılır. Bu surede, hurufumukattadan hemen sonra Hz. Peygambere (o günkü ve sonraki tüm Müslümanlara) bir durum açıklanarak konuya girilir: ‘Kuran’ı sana sıkıntıya düşesin diye indirmedik.’(2). Bunun hemen ardından Kuran’ın indiriliş gayesi (3, 4), Allah’ın ilim ve kudretine işaret eden ayetlerden (5-8) hemen sonra söz ‘Sana Musa’nın haberi geldi mi?’(9) denilerek elçilerden bir elçi üzerine getirilmektedir. Bu sorununu cevabını elbette Allah bilmektedir. Biz buradan, konuşma adabını ve bir konuya nasıl gireceğimizi öğreniyoruz.
Bu surede, Musa Peygamberden söz eden ayetler, onun Mısır’a dönüş yolculuğundaki bir geceden itibaren yaşanan olay ve durumları anlatmaya başlar. Önce peygamberlikle görevlendirilmesi, kardeşi Harun’u yardımcı olarak istemesi, çocukken yaşadıklarının hatırlatılması, Firavun’a gönderilmesi, sihirbazlarla karşılaşması, sihirbazların iman edişi ve inananlarla hicret edişlerinin anlatımı ile devam eder. (10-97)
Hz. Musa öncülüğünde, iman etmiş olan Müslümanlar, denizden paçalarına çamur bulaşmadan geçerler, düşmanlarının zulüm ve baskısından kurtulurlar, rızk temininin en kolay yollarına ulaştırılırlar.(77-80). Kızıldeniz’den geçerek Sina yarımadasına ulaşan Hz. Musa bu yolculuğa, kendisine iman ettiğini söyleyen az sayıda kişiyle çıkmıştı.
(‘Firavun ve ileri gelenlerin kötülük yapmaları korkusu ile kavminin küçük bir bölümünden/gençlerden başkası Musa’ya iman etmedi.’(10/Yunus:83). Bu ayet sebebiyle göç edenlerin yüz binler veya milyonlarla ifade edilmesi bir zorlama ve İsrailiyyattır. Belki binlerle ifade edilebilir. Musa peygamberin kendi kavminin de çoğu Mısır’da kalmıştı. ‘Bunun üzerine Firavun'un adamlarını bahçelerden, pınar başlarından, hazinelerden ve şerefli makamlardan çıkardık. Böylece onlara İsrailoğulları'nı mirasçı kıldık.’ (26/Şuara:57-59) ayeti de bu duruma işaret eder.)
Hz. Musa ve mensupları, önlerine çıkan denizi, denizin yarılarak kupkuru kılınan bir yoldan geçmelerini ve kendilerini takip eden Firavun ve ordusunun geçtikleri o suda boğulduklarını da gördüler. Yani Allah onların düşmanlarını, onların bu çaresiz anında, onların mücadelelerine gerek kalmadan bertaraf etti. Muhtemeldir ki binlerce kişiyle yapılan bu göç sonunda, ancak birkaç ay içinde Tur dağının doğusuna/sağına ulaşmışlardır. Musa peygamber, Mısır’da olduğu gibi bu yolculuk süresince de onlara, helali-haramı, iyiyi-kötüyü öğretmiş; ne yaparlarsa azgınlaşarak ilahî gazabı üzerlerine çekeceklerinin bilgisini vermiş olmalıdır. (81,82).
Bu yolculuk, insanın kurtuluşunun ancak Allah’ın vahyine teslim olmakta olduğunu öğretir. Firavun ve çağdaşlarına tabi olmanın götüreceği son ise ‘Ayaklarımın altından akıp duran şu ırmaklar, benim değil mi?’(43/Zuhruf:51) diyerek sahip olduklarını iddia ettikleri sularda boğulmaktır. İnsan için sahip olduğunu sandığı şeylerde boğulmak, bir sünnetullah/ilahî yasadır. Çünkü insan hiçbir şeye emek verip yaratmadığı için kendisi de dâhil hiçbir şeyin sahibi değildir. Muvakkaten uhdesine emanet edilenlerin sahibi olduğunu sananların akıbeti, Firavun ve mensuplarıyla aynı olur. Bu nimetler; eş, evlat, sağlık, varlık, mevki, makam, ilim dâhil olmak üzere her şey olabilir.
Yeni(lenen) Bir Din:
Hicret yolunun bir durağında Hz. Musa kırk günlük bir yolculuğa çıkmıştır. Bu kırk gün süresinde, Allah’tan vahiy alacak ve aldığı vahiyleri toplumuna aktaracaktır. Bir dağın kenarındaki çölün ortasında, kendilerine özgürlük ve tertemiz rızk veren Allah, onlara, kendilerini hidayette tutacak olan şeriatı da vahyedecektir. Geride kalanların, Hz. Harun idaresinde kırk gün Hz. Musa’yı beklemeleri gerekmektedir.
Arkada Beklerken Yaşananlar:
Bu kıssa anlatılırken, geride kalanların, Samiri lakaplı birinin öncülüğü ile yaşadıkları bir olay, vahyin muhataplarının dikkatlerine sunulur. Bu kişi, Musa peygamberin olmadığı bir devrede, toplum üzerinde Hz. Musa’nın kendi yerine vekil kıldığı Hz. Harun’dan daha etkili olmuştur.
Bu olay şöyle gelişmiştir: Hz. Musa ile hicret eden kişilerin ellerinde, farklı miktarlarda altınlar vardır. Hz. Musa’nın dönüşünü beklerken bunlar, herhangi bir sebeple ellerindeki ziynet eşyalarını/altın ve gümüşleri bir araya toplamış ve ateşe atmışlardır. Altın ve gümüşü toplayarak/getirerek ateşe atma;
* Kendilerine ait olmayanların haram olduğunu düşündüklerinden
* Toplumun ortak malı olarak bir arada tutulmak istenmesinden
* Taşıma, saklama, koruma zorluğundan
* Bu ziynetlerin yolculuk yapmayı zorlaştıracak kadar ağır olmasından
* Samiri’nin altın ve gümüşü kendi kontrolüne almak istemesinden olabilir.
Kuran’da Allah cc bu altınların nasıl elde edildiğiyle ilgili bir bilgi vermemiştir. Ancak görülen o ki mal, güç, zenginlik vesileleri herkes için sınanma sebepleridir.
(Tahrif edilmiş Tevrat’a göre, güya Hz. Musa’nın vahiy bilgisiyle emretmesi sonucu, Mısırlıların altınlarını çalarak gelmişlerdir. Bu durum ‘Mısırlıları soyacaksınız.’ denilerek ifade edilmiştir. (Çıkış: 3:14-22; 11:2-3; 12:35-36). Oysaki ilahi yardımlara mazhar olmuş bir topluluk için böyle bir hal söz konusu olmasa gerektir. Fakat belli ki Mısırlılara özenerek sembolik olarak altın ve gümüşle ifade edilen şeylerle değerli olacakları yanılgısına düşmüşlerdir.)
Hicretin akabinde Musa’nın dönüşünü bekleyen bu toplum, Samiri’nin öncülüğünde, ellerindeki altınları ateşe atmışlar, Samiri’de hepsinin altınlarından bir dana yapmıştı. Ortaya çıkan şeyde, herkese ait bir parça vardı. Dahası dana figürü onların Mısır’dan aşina oldukları bir şeydi. Çünkü içinden çıktıkları toplum öküzü kutsamıştı; bu hayvanı ziraatın, bir anlamda hayatın temeli kabul ediyorlardı. Yani Mısır’da hayat öküzün boynuzlarındaydı. Bunların altını da ancak danaya yetmişti. Gördüklerinden hafızalarında kalanı yaptılar. Bu yüzden, bu figürle somutlaştırılan yeni şirk dininin benimsenmesi de kolay oldu.
Hz. Harun yaşça büyük, Hz. Musa konumca büyüktü. Hz. Musa giderken ağabeyini: ‘Kavmimde benim yerime geç, ıslah et ve bozgunculardan olma.’ (7/Araf:142) diyerek görevlendirmişti. Hz. Musa as.a vekalet eden Hz. Harun, bu insanlara gereken uyarıyı: ‘ Ey kavmim! Siz bununla sınanıyorsunuz. Sizin gerçek rabbiniz Rahman’dır. Bana uyun, emrime itaat edin.’(90) diyerek yapmaya çalışmış ancak sözünü dinleyen olmamıştı. Ona dediler ki: ‘Musa bize dönene kadar buna sarılmaktan/karşısında hazır olda durmaktan vazgeçmeyeceğiz.’(91). Bu durum Hz. Musa’ya: ‘Biz, senden sonra kavmini sınadık, Samiri onları saptırdı.’ (85) denilerek daha Tur’da iken vahiyle haber verildi.
(Bu kıssanın Tevrat anlatımında, kırılarak çıkarılan ziynetlerin kulaklardaki küpeler olduğu ifadesi vardır. (Çıkış:1-5). Beniisrail geleneğinde, kulaktaki küpe kölelik alametidir. Buradan, bu eylemin en azından başlangıçta kendilerini köleleştiren şeylerden kurtulma hareketi olduğu çıkarılabilir. Bunlardan bir kısmının Mısır’daki hayatı özlediği de bir gerçektir. Bu hasretin ifadesi olarak demişlerdi ki: ‘Ya Musa, biz bir türlü yemeğe dayanamayız. Rabbinden bizim için iste de bize yerin yetiştirdiği şeylerden versin. Yerden yeşillik, kabak, sarımsak, mercimek, soğan bitirsin. Musa demişti ki: Daha hayırlı olanı, ondan daha aşağılık bir şeyle değiştirmek mi istiyorsunuz? Mısır'a inin, orada dilediğiniz şey var.’(2:61). Daha hayırlı olan şey şüphesiz ki özgürlükleriydi.)
Hz. Musa Dönünce:
Hz. Musa, kavmine dönünce, toplumundan bazılarının altından bir buzağının etrafına yığılarak ‘ İşte sizin de Musa’nın da ilâhı budur. Fakat (Musa bunu) unuttu, (bunu bulmak için Tûr’a gitti.)’(88) diyerek insanları davet ettiklerini gördü. Allah’ın apaçık yardımlarını görerek hicretini gerçekleştirmiş bir toplum, nasıl hemen bu hızla şirke düşmüştü? Bunlar nasıl kendisini Allah’ı kaybetmek ve dağlarda Allah aramakla suçluyorlardı. Yani toplumu tarafından dalaletle suçlanan bir peygamber…
Gördükleriyle dehşete düşen Hz Musa, sorgulamayı şu sırayla yaptı.
Önce kavminin genelini, daha sonra onlardan sorumlu kıldığı ağabeyi Hz Harun’u ve en sonra da yaşananların asıl sorumlusu Samiri’yi sorguladı. Hz. Musa bu sorgu sıralamasında asıl mesulün toplum olduğunu ve toplumun vahyi bırakarak her sese koşmamaları gerektiği düşünüyor. Ona göre ikinci sorumlu onların lideri olan Harun’dur. Çünkü bir lider, toplumunu her türlü zararlı şeyden korumak zorundadır. İnsan için sonucu iki dünyayı kapsayan en zararlı şeyse şirktir. Hz. Musa ancak bu sorgulamalardan sonra fitnenin başlatıcısına yöneliyor çünkü sorumluluk sıralamasında ona burada yer veriyor.
Bu geniş çaplı sorgulama, Hz. Musa zaviyesinden bakıldığında, meselenin ne kadar önemli, ne kadar hayatî olduğunu da ortaya koymaktadır. Tüm bunlarla şunu da demek istiyor: Her toplumda, insanları şirke davet eden pek çok kişi bulunacaktır. Toplum ve onların önderleri, bu hususta ayık olmalı ve üstlerine düşeni, gerekeni yapmalıdırlar.
Toplumuna hesap sorması:
‘Musa kızgın ve üzgün şekilde kavmine döndü. 'Ey kavmim,' dedi. 'Rabbiniz size güzel bir vaatte bulunmadı mı? Bu ahdin üzerinden çok mu zaman geçti yahut Rabbinizin gazabına müstahak olmak mı istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız?’(86). Çünkü yalnızca kırk gün beklemeleri gerekiyordu. Allah, onlara, özgürlük, düşman işkencelerinden kurtuluş, çölde rızk verdikten sonra, hidayetin kaynağı olarak şeriat vermek üzere Hz. Musa’ya vahiy indirmişti. Cevap verdiler hemen: ‘Sana verdiğimiz sözden kendi başımıza caymadık. O milletin (Mısırlıların) ziynetlerinden (sahip olmakla ziynetlendikleri değerlerinden) bize yükler dolusu taşıtıldı. Ve biz onları ateşe attık. Samiri de aynı şekilde attı.’(87). Başlangıçta onlar soyut ve somut olarak kendilerinde Mısırlılara ait ne varsa hepsinden kurtulmak istiyorlardı. Fakat bu iyi niyetli çaba ve başlangıç, Samiri’nin maharetiyle şekil değiştirmişti. Yani onlar ‘Biz ziynetleri atarken buzağı olsun niyetiyle atmadık. Ondan ne yapılacağını da bilmiyorduk. Fakat buzağı önümüze gelince de ister istemez şirke bulaştık.’demeye çalışıyorlardı. Belki biraz sorumluluk devri yapmak istiyorlardı. Ortaya çıkan yeni durumda toplum, kendilerini uyaran ve uymaları gereken Hz. Harun’a uymamış, önlerine başka birisi düşmüş, toplum onun dediklerine uymuş, o da onları saptırmıştı. ‘Bunun üzerine Samiri onlara böğüren bir buzağı heykeli çıkardı. O ve adamları, ‘Bu sizin de Musa’nın da tanrısıdır, ama o bunu unuttu.’ dediler.’(88) Bu sözler, bu buzağıdan çıkar sağlayacak olan Samiri ve yandaşlarının iddiasıydı, diğerleri de onlara uydular. Anlıyoruz ki yandaşları olmadan Samirî arzu ettiklerini yapacak güce ulaşamayacaktır. Bu durum, bugün de böyledir.
Harun’a hesap sorması:
Hz. Musa ikinci olarak Hz. Harun’u sorguladı: ‘Ey Harun! Bunların saptıklarını görünce, seni benim takipçim olmaktan/bana uymaktan alı koyan şey neydi? Emrime karşı mı geldin?’(92,93)
O, kendisini şöyle savundu: ‘Ey anamın oğlu! Saçımdan, sakalımdan tutma; doğrusu ‘İsrailoğulları arasına ayrılık soktun, sözüme bakmadın.’demenden korktum.’(94). Hz. Harun’un çabasıyla ilgili olarak da şunlar anlatılır: ‘Ey Kavmim! Siz bu buzağı ile sınanıyorsunuz. Sizin gerçek Rabbiniz Rahman’dır. Bana uyun, emrime itaat edin, demişti. Onlar da (Harun’a) Musa bize dönene kadar buna sarılmaktan vazgeçmeyeceğiz, demişlerdi.’(90, 91). Hz. Harun bu süreçte asla onlarla birlikte olmamış, asla buzağıya tapmamıştır. Hz. Harun bu durumunu ortaya koymak için kardeşi ve peygamberi Hz Musa’ya şöyle demiştir: ‘Düşmanları sevindirecek bir şey yapma ve beni bu zalimler topluluğuyla bir sayma’( 7/Araf: 150). Buradan ikisinin ortak düşmanlarının olduğunu da anlıyoruz, zaten ilerleyen süreçte yaşananlar da bunu gerçeği ortaya koymaktadır.
(*) (Kuran’da Samiri lakaplı birinin yaptığı anlatılan bu işi, tahrif edilmiş Tevrat, Hz. Harun’un yaptığını ifade eder ki bu bir yalandır, iftiradır. En iyi ihtimalle, lakabı Samiri olan bu kişinin adı da Harun’du da ilerleyen asırlarda durum karıştırılmıştır. Bu çelişki esasında mevcut muharref Tevrat’ta da ortadadır. (Çıkış 32:27-29). O gün Hz. Musa’nın, Levililere, buzağıya tapanların hepsini, kardeşlerini ve akrabalarını öldürmeyi emrettiği yazılıdır. Bu emre uyularak o gün buzağıya tapan üç bin kişi öldürülmüştür. Ama bunlar içinde –onların iddiasına göre bu işin başlatıcısı olan- Hz. Harun yoktur!)
Samirî’ye hesap sorması:
Hz. Musa peygamber son olarak Samiri’yi şöyle sorguluyor: ‘Ya senin zorun neydi ey Samiri?’(95) O da cevap verdi: ‘Onların görmedikleri şeyi gördüm ve elçinin eserinden/izinden bir avuç avuçladım ve attım, nefsim bana böyle yapmayı güzel gösterdi.’(96).
Samiri’nin gördüm dediği, eğer söylendiği gibi Cebrail olsaydı, ‘Onu ne sıfatla neden görecektir?’ sorusunun cevaplanması gerekirdi. Bu soru cevapsızdır. En fazla ‘sınanmak için’ denilebilir ki bu cevap yetersizdir. ‘Diğer insanların göremediğini gördüm.’diyerek kendisinin sıradan bir insan olmadığını da ifade etmeye çalışmıştır.
Eser/iz kelimesi ‘Onlar arkamda eserim/izim üzeredirler.’(84) şeklinde de geçer. Buradan, bu kelimenin elçinin öğrettiği yaşam tarzı ve değerler anlamına geldiği çıkarılabilir. Çünkü bu söz söylendiğinde kavim hareket halinde değil, bir yerde kendisini beklemektedirler. Başlangıçta Hz. Musa’nın izi/öğrettiği değerler üzere olanlar, o izden/değerlerden yalnızca bir avuç sayılabilecek bir miktara talip oldular. Bu onların çıkarına hizmet eden miktardı.
Muhtemeldir ki Samiri, ‘elçinin izinden/geriye bıraktığından bir avuç aldım’ sözleriyle Musa’ya yaltaklanmak, onu hoşnut etmek ve ‘izimle mucizeler oluyor.’ dedirerek kendinden geçirmek istemektedir. Yani ‘Ben bir şey yapmışsam bu da senin sayende oldu, senin eserindir.’demeye getirmek istiyor. Dahası her suçlu, suçunu kutsallaştıracak, muhatapça makul bulunacak sebep arayışına girer. Çünkü en başta kendi buna muhtaçtır, kendi kalbi bu kutsanmış sebeple teskin olacaktır. ‘Elcinin izinden/geriye bıraktığından bir avuç avuçladım.’diyerek gayesinin elçiden kopmak olmadığını, tersine elçiye ait şeylerle hareket ettiğini, niyetinin iyi olduğunu da iddia ediyor. Samiri, elçinin izleriyle bir mucizenin kendi elliyle şekillendiğini söyleyerek sıradan bir kişi olmadığına çevresini ikna ettiği gibi Musa peygamberi de ikna etmeye çalışmaktadır. Çünkü putperestler, şirklerinin isnadını ancak Hz. Musa’ya yaparlarsa tutturacaklarını düşünüyorlar. Ona isyan ederken bile, onun öğretisini kullanıyorlar. Tarih boyunca ortaya çıkan tüm sapkınlıklar hep böyle olmuştur. Allah ve peygamber adına… ‘Ey insanlar!... Aldatan, sizi Allah ile aldatmasın." (31/Lukman:33, 35/Fatır:5, 57/Hadid:14).
(Ebu Müslim Isfahanî ve İmam Razi vahyin bu kısmında anlatılan, ‘yapılan şeye katılan bir avuç’ tabirini, dinin tahribatının teşbih ve mecazla anlatımı olarak kabul ederler. Mevdudî, bu konuda anlatılanları birebir gerçek olarak kabul eder. Seyyid Kutup ise bu sözleri, Samiri’nin kendini kurtarmak için uydurduğu bir yalan olarak kabul eder. Elmalılı, yorumsuz olarak ‘izinden avuçladım’ diyerek meal verir. )
Muhtemeldir ki Samiri, bir söz Allah ve elçisi adına söylenirse insanların bunu kolayca dinlediklerini/kabul ettiklerini tespit etti. Esasında bu tespit, bir din ve peygambere tabi olan kavimlerin çoğu için geçerlidir. Peygamberlerden sonra kendi toplumlarına veya içinde yaşadıkları toplumun genel-geçer yaşam şekli üzerine, Elçiye gelen ve onun öğrettiği şeylerden de bir avuç… Hepsi bir avuç olan bir şeyler serperek kendisine makam ve imkân edindi pek çok kişi.
Mesela bir avuç namaz
Mesela bir avuç oruç
Mesela bir avuç hac
Mesela bir avuç infak
Fakat İslam yalnızca bu bir avuç şeylerden ibaret değildir.
İnsanlar, Allah’ın sözlerine yani peygambere gelen vahye kolayca itibar etmekte, onun sözüyle yaşadıkları yeri ve sahip oldukları her şeyi terk edebilmektedirler. Bazıları fark etmişlerdir ki insanlar, Allah ve elçisi adına konuşulduğunda kolayca dinlemekte ve gerekeni yapmaktadırlar. Hatta Allah ve peygamberinin öğrettiği ölçülere tamamen zıt şeyler söylense bile… Allah adına(!) söylendikten sonra…
Samiri bunu fark edince, kendi sözünün dinlenmesi için –Hz. Musa’ya iman etmiş toplum içinde peygamberlik iddiasında bulunamayacağına göre- peygamber adına söz söylemesi gerektiğini anladı. Bunu her toplumdan nefsinin hevaları kendilerine hâkim olanlar yapmaktadır. Samiri’nin fark ederek gereğini yaptığı şeylerden biri de yaptıklarının arasına, peygamberlik vasıtasıyla öğrenilmiş şeylerden de katmasının gerekli oluşunu görmesiydi. Yani baştan aşağı kendisine ait değildi ortaya koydukları, söyledikleri. Yoksa kimse itibar etmezdi. ‘Elçinin eserinden/izinden/ortaya koyduğundan/uyulsun diye bıraktığından bir avuç aldım ve onu attım.’(96). Kendi imalatı olan şeye biraz da elçilerin öğrettiklerinden kattı ki insanlar kolayca meyletsinler, teslim olsunlar. Bu arada kendi duygu durumunu da açıklıyor: ‘Nefsim bunu bana güzel gösterdi.’ Suçlu olan kendisi değil, kendinden ayrı bir şeymiş gibi nefsi; nefsine uyduğunu söylüyor Samiri. Bu belki de son olarak bir çıkış yolu aramasıydı.
Samiri, kendi çağında insanları, Allah ile aldatan birisidir. Toplumuna yönelirken silah ve kuvvet kullanmamış, yalnızca onları Allah ve elçisi adına aldatmıştı. Evet, aldatan elbette suçludur ama aldanan daha çok suçludur. Çünkü aldananlar akıllarını ve iradelerini kullanmamış, vahiyden uzak olmanın bedelinin kolayca şirke düşmek olacağını unutmuşlardır. ‘Kitabı/Zikri/Vahyi unuttular ve helâk olmayı hak eden bir toplum oldular.’ (25/Furkan:18)
Her türlü putperestlik burada olduğu gibi saçma ve basit bir şekilde başlar. Allah’ın peygamberleriyse şirke ve putperestliğe yönelmenin en küçüğüne bile izin vermez; bunlar adına ne varsa hepsiyle canlarını dişlerine takarak mücadele ederler.
Hz. Musa, kendi zamanında toplumunun Samirilerini aralarından ‘Defol’(97) diyerek kovdu, onun mensuplarını cezalandırdı ve toplumunu ıslah etmeye çalıştı. Tapınma sebep ve imkânlarını (altından buzağıyı/şirke sebep olan zenginlik ve güç sebeplerini) yok ederek dedi ki: ‘Karşısında hazır olda durduğun/emrine amade olduğun/kendisi için vakfe yaptığın tanrına bir bak. Elbette onu yakacağız ve sonra onu kaldırıp denize savuracağız.’(97). Allah tarafından görevlendirilen her peygamberin yinelediği tevhit akidesi, Hz. Musa peygamberin tebliğinde böylece bir kez daha yinelenir.
Surenin bu bölümünde, ‘Musa, Harun, Samiri, Samiri’ye uyanlar’ olarak belirginleşen dört insan modelini, yaşanan olaylara gösterdikleri tepki ve kendilerini savunma açısından ele alalım.
TOPLUM
Ne yaptıklarını bilmeden, Samiri ve yandaşlarına uyanlar şunları anlatmaya çalıştılar: Mısırlılara ait, onların ‘üstünlük’ sebebi sayarak gururlandıkları, onlara ait bazı şeyleri, onlara ait inançlardan epeycesini hafızamızda ve hayatımızda buraya getirdik. Mısır’dan getirdiğimiz ziynet eşyaları gibi, onlara ait düşünceleri de biz artık iman eden bir toplum olduğumuz için istemedik, attık. Bu bir arınma hareketiydi, biz daha iyi müminler olmak istiyorduk. Samiri kendisi de attı. Hepsini yakacaktık. Ama o, tüm vazgeçtiğimiz bu şeylerin üstüne, elçiye gelen vahiyden/peygambere ait olan, o giderken bize bıraktığı şeylerden bir avuç alıp tüm bunların üstüne serpti ve yeniden şekillendirdi. Ortaya hem Mısır esintileri taşıyan bir ceset hem de vahiyden eklenenlerle hayat bulması/böğürmesi sağlanan bir şey çıkardı. Ortaya çıkarılan bu şeyde, hepimizin zihninde ve hayatında bulunan şeyler vardı. Bu yüzden onu kolayca benimsedik çünkü zaten önceden de bildiğimiz şeylerdi bunlar.
İşte böylece insanlar bildikleri vahiy nitelikleri sebebiyle, Mısırdan getirdikleri cahiliye kalıntılarını, yeni bir din olarak kolayca benimsediler. Ne idi ortaya çıkan yeni din? Esasında ortaya yeni imiş gibi çıkarılan şey, üstüne İslam boyası vurulmuş Mısır putperestliğiydi. Üstüne boya vurulmuş ama öze dokunulmamıştı.
Böylece Samiri, toplumun dağılmış gücünü yandaşlarıyla birlikte kendi ellerinde topladı ve onları idaresi/etkisi altına aldı. Sanki canlı imiş gibi böğüren dana, ‘din imiş’ gibi kabul edilen karışımın sembolik ifadesi idi. Yani dana bir şekilden ibaretti. Bir grup bu altın dananın/gücün etrafında toplandı, geriye kalanları da ona çağırdı. Davet edenlerin etkili kişiler oluşları, davet edilenleri kolayca teslim olmaya yöneltmişti.
Toplumlar, vahiyle hareket etme yolunu terk ettiklerinde, kolayca bu toplumun düştüğü acınılacak duruma düşerler. Çünkü başka bir yol yoktur.
HZ. MUSA
Vahyi almak için acelesi vardır. Düşüncede olduğu gibi her durumda da fiili ve fiziksel olarak da öndedir, öncüdür. ‘Ben bu işin teoriğini yapıyorum, beni duyan, dinleyen, anlayan birileri de pratiğe döksün/nasılsa döker.’şeklinde bir düşünceye sahip değildir. Bütün elçiler gibi, teorisini/bilgisini ortaya koyduğu her şeyin pratiğini/uygulamasını da ortaya koymuştur.
Vahyin yalnızca okunması ve bilinmesi değil, bunlarla birlikte doğru anlaşılması ve yaşanması noktasında çok titizdir. Bu yüzden arkada kalanların Allah’a inandığı, kendisini de peygamber olarak kabul ettikleri halde vahyi bırakıp sıradan/sıradan olmayan bir insana yönelerek onun dediklerine uymaları karşısında çok öfkelenmiştir. Bu öfkesi o boyuttadır ki Rabbinden aldığı vahiyleri yazdığı tabletleri de yere çarparak parçalamıştır.
Biz, Musa peygamberde vahiy söz konusu olduğunda, hatır-gönül dinlemeyen, tavizsiz bir tavrı görüyoruz. Bir İslam peygamberi olan Hz. Musa, bu açıdan da günümüz Müslümanlarının örneği olmalıdır.
HZ. HARUN
Hz. Musa tarafından, geride kalacak olanlara yönetici olarak atanmıştır. Toplumunun şirke düştüğünü görünce onlarla mücadeleye başlıyor fakat sözlerini dinleyen çok fazla kişi olmuyor. İnsanlar, yönetici olarak onun atandığını görmezden geliyorlar ve onu yalnız bırakıyorlar.
Biz, onda, ilk olarak yalnızlaştırılan/yalnız bırakılan bir yöneticinin güçsüzleştiğini, hiçbir şey yapamadığını görüyoruz. Demek ki muktedir bir yönetici olmak için yöneticiye yardımcı olan iyi bir kadronun da onun yanında bulunması gereklidir. Bunu bilenler, gücünü kırmak istedikleri her kişi ve kurumun, ilk olarak çevresini boşaltırlar.
Hz. Harun, toplumu tarafından öldürülecek noktaya gelinceye kadar tebliğine devam ediyor fakat sonuç alamıyor. Ölüm noktasına geldiğindeyse onu tebliğe devamdan alıkoyan bir korkusu vardır. ‘Sana emanet edilen toplumu kırk gün bir arada tutamadın, parçaladın.’denilerek suçlanması. ‘Milleti parçaladın’ suçlamasına maruz kalmamak için susuyor ve bekliyor.
Bugün de birçok Müslüman, toplum içerisinde sorunlara ve parçalanmalara sebep olmamak için Hz. Harun gibi susmayı tercih etmektedir. Fakat Hz. Harun’un bu tavrı, Hz. Musa tarafından doğru bulunmamıştır. O kadar ki saçına sakalına yapışarak : ‘Ey Harun! Bunların saptıklarını görünce, seni benim takipçim olmaktan/bana uymaktan alı koyan şey neydi? Emrime karşı mı geldin?’(92,93) denilerek sorgulanmıştır. ‘Seni benim takipçim olmaktan alıkoyan şey neydi?’ sorusundan anlıyoruz ki Hz. Musa, kendisine uyması anlamında ondan daha farklı, daha fazla bir şey beklemektedir. Hz Harun, kardeşinin beklediği tavrı ‘toplumu parçalamadan bir arada tutmak olarak anlamış’, toplumun yaptığını onaylamadan, onlara uymadan, kardeşinin dönüşünü beklemiştir.
Bundan sonra fıtratını bildiğini kardeşini, ‘Ey anamın oğlu!’hitabıyla sakinleştiriyor. Çünkü kardeşi, gördüğü karşısında dehşete düşmüştür. Çünkü Allah’ın lütfuyla kölelikten, işkencelerden kurtulan millet, kırk gün içinde hidayetten dalalete düşmüştür. Saçına, sakalına yapışarak hesap soran kardeşi ve peygamberi Hz. Musa, bu hitapla biraz sakinleşip söylediklerini duyacak hale gelince Hz. Harun, durumu izah etmeye başlıyor: ‘Bu toplum beni güçsüz buldu. Az kalsın beni öldürüyorlardı. Sen de bana böyle davranarak düşmanları sevindirme. Beni bu zalimler topluluğu ile bir tutma.” (7/Araf:150). Çünkü o, asla o zalimlerle birlikte olmadı. Evet, sakin olmalılardı çünkü aynı safta kenetlenerek mücadele etmesi gereken kardeşler, -içtihat hatası, sayılabilecek kusurlar sebebiyle- burada olduğu gibi birbirine düşünce ancak düşmanlar sevinir. Hz. Harun bu gerçeği hatırlatarak, kardeşinin sükûnetini sağlıyor.
Şehirlerin anasında doğmuş olan ümmî/Mekkeli peygamberin ümmetinin her ferdi ve her kavmi de bir anadan doğmuş kardeşler gibidirler. Bu kıssada örneklendiği gibi kardeşlerin birbirlerine düşmeleri, ancak düşmanlarını sevindirir. Zaten sevindirmektedir. (‘Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltiniz.’(49/Hucurat:10)
SAMİRÎ
Geride kalanlar arasında öne çıkmış kişilerden Samirî adlı birisi vardır.Samirî bir isim değildir. Kelimenin sonundaki ‘î’, muhtemelen Semer, Sümer, Samar kelimelerinden birine getirilmiş aidiyet harfidir. Bu kişinin, bir yer veya sülaleye nispetle lakabının bu olması mümkündür. (Yusuf Peygamber döneminde Mısır’ı yöneten Hiksoslar, Mezopotamya bölgesinden göç edenlerdir. Köken itibariyle bu kişinin Sümerlerden olması da muhtemeldir.)
Samiri, maharetli, sanatkâr, önemli, toplumun itibar ettiği bir kişidir. Belli ki sözü de dinleniyor. Ne yapmışsa iyice düşünüp tasarlayarak uygulamaya koymuştur. Zaten yaptıklarını da kendince iyi izah ediyor. ‘Onları gördüğün zaman kalıpları, kıyafetleri senin hoşuna gider. Konuştuklarında sözlerini dinlersin. Onlar sanki elbise giydirilmiş kereste gibidirler.’(63/Münafıkun: 4) ayetinin mücessem şeklidir sanki. Konuşuyor ve insanlar onu dinliyorlar. Peygamberlerinin görevlendirdiği yöneticiyi ve yöneticilik hususundaki emrini dahi unutarak veya hiçe sayarak insanlar onu dinlemiş ve onun sözlerinin etkisi altında kalmışlardır.
Bugün de insanlar, çoğu kere vahiy yerine, toplum üzerinde etkili olan, zahiri hoşa giden, ‘avurtlarını şişirerek konuşan’ (Tirmizi, Birr 71; Ahmed b. Hanbel, Musned, XXIX, 267, 279), yani fiyakalı sözler söyleyen, sözlerinin doğruluğu yerine etkili olmasını ön plana çıkaran kişileri dinlemektedirler. Bu kişilerin tabiî olarak onların etraflarında oluşan mevcut kalabalığın gücünden faydalanmak niyetiyle pek çok kişi, ‘akıllılık ettiğini düşünerek’ onlara tabi olmaktadır.
Vahiyde böyle toplulukların öncülerine verilen cevap: ‘Defol’(20/Taha:97) olmuştur. Bu kıssada anlatılan Samiri önce toplumu içinden kovuldu, sonra öldü gitti! Fakat şimdi biri diyebilir mi, Samirilik de öldü gitti. Biz şimdi buradan, şahitlik ettiğimiz zaman ve mekâna bakıyoruz; evet, Samiri, Samirilik, Samirîleşmek, Samirîler… Hepsi var. Peki, bunlar var da Musalar nerde? Neden bunların ‘Defol’ sözü, bugünün Samirilerini toplumdan ve toplumun önünden uzaklaştırmaya yetmemektedir. Acaba bu sözler daha mı gür söylenmelidir?