Onun düşüncesini gözlerinden okuyan, kanatlarında ve ayaklarında ağırlıkları bulunan bir hemcinsi hemen ona yönelerek:
- Yurdumuzun bir yöneticisi var ve onun ülkemizi yönetirken uyguladığı, asırlardan beri süregelen yasalar var. Yasalar ve yöneticimiz izin vermeden gidemezsin, dedi.
- Ben kabul ettim mi o yasaları, o yöneticiyi ya da yöneticileri ben mi seçtim ve onlara itaat edeceğimi, bağlı olacağımı, izinsiz hiçbir şey yapmayacağımı ben mi söyledim ki şimdi ben istediğimi yapmak hakkından mahrum olayım. Razı olmadığı yasalarla, kontrol altında tutulmak, dünyanın neresinde, hangi varlık içerisinde görülmüş ki?’diyemedi tabi. Eğer deseydi cevap belliydi:
- İnsanlar, insanlar böyle…
Zümrüdüanka, yine derinden nağmeler duyuyordu. Bu sefer nağmelerin yerini ve söyleyenini hiç armadan dinledi:
‘Ömür verip saray kursan, hoyrat vardır yıkan olur
Erdemin son zirvesine –hiç üzülme- çıkan olur
Hayat böyle, ‘artı-eksi’, başka türlü olmadı hiç
Bu şikâyet niye dostum, gül yanında diken olur.’
Zümrüdüanka artık yoğun istek ve merak içindeydi. Sanki senaryosunu başkalarının yazdığı bir filmi seyretmişti uzun zaman. Gerçek sandığı ne kadar şey varsa, hepsinin üzerinde her türlü değişikliğin yapılabileceği bir senaryo olduğunu, dahası bu senaryoda kendine dayatılan rolü kabullenmek zorunda olmadığını düşünüyordu. Fakat kendilerine dağıtılan rolleri, aşk ve şevkle kabul edip oynamaktan başka, rolündeki kişiliğe bürünen ve bir süre sonra kendisinin kim olduğunu unutarak, oynadığı rolü kendisi sananlar vardı çevresinde. Onlar Zümrüdüanka ile önce zıtlaşmışlar daha sonra çatışma içine girmişlerdi. Artık sürekli Zümrüdüanka’yı eleştiriyorlar, onu eleştirdikçe kendilerini daha iyi, daha mutlu, daha başarılı hissediyorlardı. Varlık var kılınalı beri, davranışlarına yön verebilen tüm varlıkların kullandığı ‘başkalarına ait yanlışları söyleyerek rahatlama’ denilen bir tedavi yöntemini, onlar da kendileri için uyguluyorlardı. O düşündü: ‘Yanlışı söylemek, doğruluk sayılmaz’
Zümrüdüanka, zaman zaman bu eleştirilerden etkileniyor, bu etkilenme, onu, kendini ve yapacaklarını sorgulamaya yöneltiyordu. Bazen ‘Acaba herkesin düşündüğünden farklı düşünerek, herkesin yaptığından farklı şeyler yapmak isteyerek, ben mi yanlış yapıyorum? Çoğunluk, yani akılların toplamı karşısında tek akıl, kendisinin daha isabetli ve doğru olduğunu iddia etmeli miydi?’diyordu. Bu konu zihnini epeyce meşgul etti.
Akıllar toplamı karşısında tek akıl…
Buna insanların azının azı, şöyle cevap verebilirdi belki: ‘Peygamberler de binlerce insan karşısında tek kişiydiler.’ Kendi içinden verdiği bu cevaba, Zümrüdüanka, şöyle bir açılım getirdi. ‘Fakat onlar akıllarıyla değil, vahiyle hareket ediyorlardı.’
- Fakat, diye yükseldi içindeki ses, denilmiştir ki: Peygamber insanın dışındaki akıl, akıl insanın içindeki peygamberdir.
Tüm bu düşünceler, uzun zaman kendi içine dönmesine, her şeyi yeniden düşünmesine, bildiklerini yeni baştan değerlendirmesine sebep oluyordu.
- Gitme, buraları çok arar, bugünleri çok özlersin, dedi, onun içinden geçenleri, vaktiyle kendisi de içinden geçirdiği için tahmin eden birisi. Ona böyle demişlerdi ve o kalmıştı yıllar önce. Eğer Zümrüdüanka giderse, belki içten içe bir kıskançlık duyacaktı. Bunun farkında bile değildi.
- Benim, gülümseyerek ve mutlulukla anlatacak hangi hikâyem var ki geçmişe yönelik bir özlem duyayım, dedi Zümrüdüanka hüzün dolu bir sesle ve kafasını kanatlarının altına sokarak yine gözyaşı dökmeye başladı ama bunu kimse görmedi.