Ayten DURMUŞ, hertaraf.com 27.09.2024
Doksan yaşını aşmış, ak sakalı ak saçlarına karışmış ‘Sakallı’ diye anılan yaşlı adam, kendi elleriyle dikip yıllardır bakıp büyüttüğü bağının en üstteki bölümündeydi. Tüm çocukları, çocuklarının eşleri, torunlarının büyük bir kısmı hatta torununun çocuklarından birkaçı da bayram nedeniyle yanına gelmişlerdi. Yedi çocuğu, onların eşleri, yirmi torun ve torunların bazılarının çocukları. Bayramın ikinci gün öğleden sonra yaşı çok ilerlediği için diz ağrısı nedeniyle eskisi gibi her yere gidemeyen karısı, çocuklarına, torunlarına ‘‘Yarın gideceksiniz madem bugün bağa gidelim de hepiniz birer sepet üzüm kesin.’ demişti. Sakallı ve karısı da onlarla gelmişlerdi bağa.
Sakallı, yıllar önce bağa sınır olması amacıyla diktiği birkaç badem ağacını inceledi. İyi durumdalardı, çocukların hepsine paylaştıracak kadar badem vardı. Sonra iğde ağacına baktı, o da çok iyiydi, ardından diğer ağaçlara, üzüm kütüklerine baktı. İyi bakıldığından, yağmur da vaktinde iyi yağdığından hepsi de çok iyiydi. Yıllardır nerede hangi üzümü sevmiş, beğenmişse çubuğunu dikip yetiştirdiği bağda neredeyse her cinsten üzüm vardı. Kimi erken olgunlaşır, kimi daha sonra, kimi de iyice mevsim sonunda.
Kimisinin suyu çok olur, pekmez yapılırdı; kimisinin tadı çok güzeldi, yemelere doyulmazdı, kimisinin ise kabuğu kalındı kışın yemek üzere hevenk yapılıp asılırdı. Parmak üzümü, mis üzümü, Kayseri karası, tavşan üzümü, kara üzüm, keten gömlek, horoz üzümü… hele bir mis üzümü vardı ki yiyen herkes kendi bağına dikmek için onun çubuğundan ister, Sakallı da her isteyene bir çubuk ayırırdı.
Şimdi çocukları, torunları bağa dağılmış, herkes kendi sevdiği üzümlerden kesip elindeki sepeti dolduruyordu. Sonunda herkes sepetini doldurdu, gelip Sakallı ve karısının bu bağı yetiştirdikleri yıllar boyunca, öğlenin sert sıcağında işe ara verip gölgelenmek ve yemeklerini yemek için oturdukları zerdali ağacının geniş gölgesine oturdular. Herkes oturduğu yerde arazinin tertemiz toprağıyla oynuyor, elini sokuyor, parmakları arasından toprağı akıtıyor, terlikleri çıkarılmış çıplak ayaklarını toprağa gömüyordu. Yaşlı adam, tıpkı bu bağdaki ağaçlar, üzüm çubukları gibi yıllar boyu büyütüp yetiştirdiği çocuklarına, torunlarına, onların çocuklarına baktı, onlar kendi aralarında konuşuyorken. Sonra eşine dönüp dedi ki: - Bunların hepsi bizden türedi öyle mi? Maşallah!
Yılların yorgunluğunu taşıyan yaşlı kadın ‘evet’ anlamında başını salladı yavaş yavaş. Bozkırın ücra ve yoksul bir köyünde, sahip oldukları her şey gibi bu bağ için de canlarını dişlerine takarak yıllarca çalışmışlardı. Diktikleri çubuklar kurumasın diye yağmurlar bittiği anda durmaksızın su taşımışlardı. Şimdi fidanlarını elleriyle diktikleri bu köklü ağaçların meyvelerini, kütüklerin üzümlerini yemek ne büyük bir lezzetti. Artık bazı kütükler yaşlanmış bile sayılabilirdi, bu kütüklerin sökülerek yenilenmesi gerekiyordu ama artık onların bu işi yapacak gücü yoktu. Belki çocukları yaparlardı yenileme işini. Zaten buradaki çubukların bir kısmını da büyük oğlu, ilk gelini ve büyük kızı dikip yetiştirmişlerdi.
Sakallı, bakışlarını tek tek evlatlarının ve torunlarının üzerinde gezdirmeyi sürdürdü. Yıllarca, dünyaya gelen her çocuğu ölmüş, altıncı çocuğu dünyaya geldiğinde rahmetli annesi, bebeği kundağıyla almış, çevresine önceden hazırlanmış yedi koç getirerek kurban etmiş, hepsini dağıttırmış, bebeğe de rahmetli eşinin adını koymuştu. Bu yüzden belki de annesinin ona olan sevgisi her zaman başkaydı. Yaşayan ilk çocuğuydu o. Bu oğlu, korku nedir hiç bilmezdi; onun varlığı Sakallı’nın koluna kuvvet, sırtına destek, zoruna kolaylık olmuştu. Şu ikinci oğluydu, onu okutmuştu, bir devlet dairesinde çalışıyordu. Şu iki kızı yakın köylerden evlenmişlerdi, durumları iyiydi. Şu diğer oğlu hafız olsun istemiş, onu Kur’an kursuna göndermişti, çok güzel sesi vardı, çok da güzel Kur’an okurdu. O, ezan okumaya başlayınca evde, dışarda kim varsa elindeki işi durdurur onu dinlerdi büyük bir huşuyla. Kimileri de öldüklerinde selalarını vermesini ona vasiyet ederlerdi. Diğer oğlu bir süre başka yerlerde çalıştıktan sonra emekli olup dönmüş, şimdi kendisine ait tarlaları ekip dikiyordu. En küçük oğlu ise yurt dışına gitmiş hala orada çalışıyordu. Kendisinin Hac parasını bu oğlu göndermiş, büyük oğlu Hac dönüşü verilecek armağanları kendisi Hacca gitmeden alıp hazır etmiş, diğer oğulları babaları gelince kesilecek hayvanlarla verilecek yemeği üstlenmişlerdi. Torunları da pırıl pırıldı. Kiminin düğününü görmüştü, kimi bekârdı, kimisi de daha çok küçüktü.
Sakallı, sağ tarafında oturan, kara kızım dediği, gittiği tarlalara her zaman yanında götürdüğü, yakın tarlalarda çalışırken kendisine azık ve abdest suyu getiren bu en büyük kız torununa baktı. Yanına geldiğinde, başına güneş geçmesin diye ona gölgelik yapıp öğlen uykusuna yatırdığı günler daha dün gibiydi. Her uykuya yatırışında, daha kara gözleri kapanmadan gönlünden dualar akıtırdı ona. Bu bayramda, büyüğü erkek küçüğü kız iki çocuğuyla o da gelmişti ziyarete. Şimdi genç bir anne olan bu torununun kendisine benzerliği, yanındaki küçük oğlunun ise annesine benzerliği hemen göze çarpıyordu. Hepsine bakarken içi ürperdi. Yakında bu dünyadan göçüp gidecekti. Yıllardır kendisi gece-gündüz demeden çalışmış, hepsini en iyi şekilde yetiştirmek, hepsine doğru yolu göstermek için uğraşmıştı. Kendisinin ölümünden sonra onlara kim yol gösterecekti? Evet çoğu artık torun sahibi olmuşlardı, bu başka bir şeydi ama hepsi için yol gösterici olmak, yeri geldiğinde hepsini korumak kollamak başka bir şeydi. Kendisi öldüğünde belki onlara çok mal bırakamayacaktı ama bırakacak birkaç sözü vardı elbet. Sakallı, çevresine toplanan herkese bakarak sesini yükseltti:
- Ben, doksan yaşımı aştım, Allah bana bir kişinin isteyeceği her nimeti verdi çok şükür. Yokluğu gördükse varlığı da gördük, darlığı gördükse bolluğu da gördük, sıkıntıyı yaşadıksa güzel günlerimiz de oldu. Yaşımız kemaline erdi şükür. Azrail’in geleceği zamanı bilemeyiz, biz de herkes gibi onu bekleriz, ölüm bize de iyice yaklaştı.
Aradan birkaç titreyen ses ‘Allah seni başımızdan eksik etmesin babam, o nasıl söz’ dediler. Çevrede dolaşan çocuklar da gelip sessizce oturmuşlardı, en küçüğü bile olağanüstü bir durum olduğunu anlamıştı sanki. Annesinin kucağındaki ailenin en küçük bebeği bile susmuş, başını annesinin omzuna yaslamıştı. Sakallı konuşmasını sürdürdü:
-Bu doğru bir dua değil. Rabbimiz canımızı iyi durumdayken alsın, süründürmesin, kimseye yük etmesin bizi, insan eti ağırdır. Rabbim sıralı ölüm versin, bana sizlerin acısını göstermesin. Sizlere de ağız tadıyla güzel günler yaşatsın inşallah. Ben, hepiniz burada bir araya toplanmışken size birkaç söz söylemek istiyorum, belki de bunlar size son sözlerim olur.
Yine mırıltılar oldu, ‘Baba böyle sözler söylemesen’ dedi kızları gözlerini silerek. Hepsi biliyorlardı babalarının kendilerini nasıl bir mücadeleyle yetiştirdiğini, bu nedenle sevgi ve saygıları katlanıyordu. Yine biliyorlardı ki anne-babaları da iyice yaşlanmışlardı, belli ki günleri sayılıydı artık hatta hepsinin gelmesinde onların çok yaşlanmış olmasının da etkisi vardı. Sakallı, konuşmasını sürdürdü:
- Yavrularım, ölüm haktır, biz yaratıldığımızda öleceğimiz belliydi. Ben hepinizin atası olarak birkaç vasiyetimi, size bu ağacın gölgesinde söylüyorum; siz de bu sözlerimi burada olmayan çocuklarınıza, sonra dünyaya gelecek çocuklarınıza öğretin, sizden son isteğim budur.
Ağustos ayının son günlerinde ağaç yapraklarının hışırtısından ve birkaç kuş sesinden başka tüm sesler kesilmişti. Büyük zerdali ağacının yaprakları arasından süzülen güneş ışıkları yaprakların hareketiyle düştüğü yerde titreşiyordu. Düzlükteki ağaçlarda yuva yapan kumruların heyecanlı sesleri işitiliyordu. Esinti sıcak dokunuşlarla herkesin yanağını okşarken derin bir soluk alan Sakallı yeniden konuşmaya başladı:
- Size üç öğüdüm var: Birincisi: Ne olursa olsun, kesinlikle yalan söylemeyin. İkincisi: Ne olursa olsun, kesinlikle harama el uzatmayın. Üçüncüsü: Ömrünüz oldukça çalışın, çok çalışın, aldığınız son soluğu vereceğiniz ana kadar çalışın; kimseye muhtaç olmayın, size muhtaç olan olursa da siz eli açık olun, kimseden yüz çevirmeyin; tertemiz, dosdoğru yaşayın. Bu söylediklerimi bana, rahmetli babam Ali Ede, kendisi ölüm döşeğindeyken vasiyet etmiş, ben de onun sözlerini tutacağıma dair ona söz vermiştim. Onun sözlerini ben de Sakallı Mustafa olarak size aktardım. İsterim ki sizler de bu vasiyete uygun bir hayat yaşayın.
Ağaç altındaki bu vasiyetinden kısa süre sonra Sakallı’nın karısı, ondan bir yıl sonra da Sakallı öldü. Ölüm, ona, çobana sürüyü götürmesi gereken yerleri gösterirken yani arzu ettiği gibi çalışırken gelmiş ve tıpkı soylu bir ağaç gibi ayakta ölmüştü. Sakallı, verdiği bu üç öğüdün canlı örneğiydi. Onu tanıyanlar hem kendisi yaşarken hem de ölümünden sonra birilerinin güzel huylarını övmek istediklerinde ‘Sakallı gibi dosdoğru bir adammış’, ‘Sakallı gibi kafasını kessen harama elini uzatmazmış.’, ‘Sakallı gibi durmadan çalışırmış.’ benzetmelerini kullanırlardı. Onun çocukları ve torunları da ellerinden geldiğince bu üç öğüde uymaya çalıştılar ne yalana ne de harama bulaştılar.
…
Aydan Hanım’ın çocukları, aileleriyle ona bayram ziyaretine gelmişlerdi. Öğle yemeğinden biraz sonra hep birlikte çaylarını yudumlarken hatırlamıştı işte bir bayram günü yaptıkları bu bağ ziyaretini. Yaşı çok ilerlediği için diz ağrısı nedeniyle zorlanarak yürüyen Sakallı dedesi ve babaannesi sanki gözünün önünde belirivermiş, damağını birden bir mis üzümü tadı kaplamıştı. Ağzından çıkan kelimeleri kaçırmamak için yönlerini ona dönmüş çevresinde oturan çocukları ve eşleri, hiç kıpırdamadan Sakallı dedenin bağda bıraktığı vasiyetin hikayesini dinlemişlerdi. Öyle ki sanki bağdaki sıcak esinti yüzlerine vurmuştu. Aydan Hanım, sanki o günü yeniden yaşıyor gibi anlattığı bu bağ gezisi hatırasını anlattıktan sonra derin bir nefes alarak yeniden ana döndü ve konuşmasını sürdürdü: O gün o ağacın altında olanların çoğu göçüp gittiler. Dedem, babaannem, annem, babam, amcalarımdan bazıları, yengelerimden bazıları Hakkın rahmetine kavuştular. Doğaldır ki ölüm bir gün bize de gelecek. Şimdi ben de sevgili yavrularım, bu olayda anlattığım dedemin üç öğüdünü size ve torunlarıma vasiyet ediyorum, dedi ve görevini hakkıyla yapmış olmanın mutluluğuyla geri yaslanırken aydınlanan yüzüne yayılan güzel bir gülümsemeyle çoktan soğuyan çayından bir yudum daha aldı. Kucağında, annesine çok benzeyen oğluyla dizinin dibinde oturan otuz yaşını yeni geçmiş kızı, annesinin dizindeki elini alıp öptükten sonra her zaman yaptığı gibi başını annesinin dizlerine bırakıp gülümseyerek gözlerini yumdu. Aydan Hanım, kızının ak düşmüş dalgalı saçlarını okşarken ilk göz ağrısı torununa baktı. Sonra, daha hiçbir torunu yokken ‘Bu kitabı ilk torunuma bırakacağım’ dediği koyu kırmızı saten bir örtü içinde korunan değerli bir kitabı sehpanın üzerinden alıp kızına uzatarak dedi ki: ‘Artık bunu da kendi evine götürmenin zamanı geldi kızım.’