Ayten DURMUŞ, hertaraf.com 07.01.2023
İslam tarihini bilenler bu tarihin insanlıkla başladığını, kimi zaman birden fazla elçinin aynı veya farklı yerlerde yaşadığını, bu elçilerin dillerinin birbirinden farklı olmasının yaşadıkları zaman-mekân farkı nedeniyle doğal bir durum olduğunu bilirler. Örnek: Aynı anda ayrı yerlerde Hz. İbrahim ve Hz. Lut, Hz. Yakup ve Hz. Yusuf; aynı anda aynı yerde Hz. Musa ve Hz. Harun elçi olarak yaşamışlardır.
Mekân farkı nedeniyle Hz. Yusuf’un vahyi tebliğ için kullandığı dilin, Hz. Yakup’un kullandığı dilden farklı olması doğal bir durumdur. Zaman farkı nedeniyle de Hz. İbrahim’in vahyi tebliğ için kullandığı dilin, Hz. Musa’nın kullandığı dilden farklı olduğu da anlaşılabilir. Kur’an’da kendilerinden söz edilen ve İslam tarihinde hayatları uzun uzun anlatılan İslam’ın dört elçisini bu duruma örnek verebiliriz.
1. Hz. İbrahim: Sümer toplumu içinde doğup büyüyen, Sümerce konuşan, bu nedenle de aldığı vahyi Sümerce iletmiş olması gereken bir elçidir.
2. Hz. Musa: Firavun toplumu içinde doğup büyüyen, Eski Mısır dilini konuşan, bu nedenle de aldığı vahyi Eski Mısır diliyle iletmiş olması gereken bir elçidir.
3. Hz. İsa: Filistin-Beytüllahim’de doğup Nasıralı denilen, Filistin ve Mısır’da yetişen, Aramice konuşan, bu nedenle de vahyi Aramice iletmiş olması gereken bir elçidir.
4. Hz. Muhammed: Mekke’de doğup büyüyen, hayatının hicret sonrasını Medine’de geçiren, Arap dili konuşan, bu nedenle de vahyini Arapça ileten bir elçidir.
İslam’ın söz konusu elçiler aracılığıyla farklı dillerle tebliğ edilmesi, konuyu bilen herkesin kabul ettiği bir durumdur. Bu dil farkına rağmen ‘Sana da ‘İbrahim’in Allah’ı birleyen dinine uy; o ortak koşanlardan değildi’ diye vahyettik.’ (16/123); ‘Allah’ı birleyen İbrahim’in dinine uyunuz. O ortak koşanlardan değildi.’ (3/95); ‘İşini güzel yaparak kendisini Allah’ın buyruklarına teslim eden ve Allah’ı birleyen İbrahim’in dinine uyan kimseden, kimin dini daha güzel olabilir?’ (4/125); ‘Ben, atalarım İbrahim, İshak ve Yakub’un dinine uydum.’ (12/38) ayetleri, elçilere gelen vahyin ilkelerinin aynı olduğunu ortaya koymaktadır. Bu nedenle ‘Bu/Kur’an da öncekiler gibi uyaran bir Kitaptır.’ (53/56); ‘Bu anlatılanlar, önceki kitaplarda da vardır.’ (87/18); ‘Sana vahyettiğimiz Kitap, kendinden önceki kitapların doğrularını onaylayan ilahî buyruklardır.’ (35/31); ‘Cibril’e düşman olana de ki: ‘Allah’ın izniyle önceki kitapların doğrularını onaylayan, doğru yol kılavuzu, inananlar için bir müjde olan buyrukları senin kalbine indiren odur.’ (2/97) denilerek tüm elçilere aynı buyrukların verildiğine işaret edilmektedir. Bu açıklamalar, ‘Allah katında din İslam’dır’ (3/19) ayetinin işaret ettiği, her elçiye vahiyle bildirilen İslam’ın, aynı kaynaktan gelen su gibi aynı olduğunu ortaya koymakta; bu su ne zaman insan eliyle kirletilse Allah yeni elçiler görevlendirerek İslam’ın ilkelerini yeniden bildirmektedir.
Bu ön bilgiden hareketle şöyle bir kurgulama yapmak istiyoruz: Varsayalım ki içinde bulunduğumuz zamanda, birincisi Kuzey Kutbu’nda buzlar üstündeki Eskimolar arasında, ikincisi Güney Afrika’da yüksek sıcaklıkta, üçüncüsü Arjantin halkı arasında, dördüncüsü de Türkiye’de yaşayan ve Allah tarafından kendisine elçilik görevi verilen dört kişi olsaydı, bunlar İslam adına içinde yaşadıkları toplumlara neyi, hangi dilde öğretirlerdi? Bu kurguya ikinci bir aşama daha ekleyerek biraz daha somutlaştıralım: Varsayalım ki içinde bulunduğumuz bu zamanda, Hz. İbrahim Kuzey Kutbu’nda buzlar üstünde yaşayan Eskimolar arasında, Hz. Musa Güney Afrika’da yüksek sıcaklıkta, Hz. İsa Arjantin halkı arasında, Hz. Muhammed de Türkiye’de elçilikle görevlendirilseydiler, bu dört peygamber, İslam adına içinde yaşadıkları toplumlara neyi, hangi dilde öğretirlerdi?
Kurgumuza uygun olarak günümüze getirdiğimiz bu dört elçinin, yüzyıllar boyu görevlendirilen tüm elçiler gibi, aynı kaynaktan aynı ilkeleri yani aynı İslam’ı, içinde yaşadıkları toplumların dilinden tebliğ edeceğini söylemek mümkündür. Yani bu elçilerin tebliğ dilleri, bugünkü vahiy mensuplarının kutsal dil sandığı İbranice veya Arapça olmayacak, içinde yaşadıkları toplumun dilleri olacaktır.
Bu kurgudan hareketle sorulması gereken soru: Bu dört elçi aracılığıyla çağımızda yeniden indirilecek İslam’ın içine neler girebilirdi? Bu elçiler, Müslümanlar olarak sosyal, siyasal, düşünsel bakımdan tıkandığımız günümüze ve dünyanın güneyine-kuzeyine-doğusuna-batısına ‘Allah katındaki din olan İslam’ adına neyi öğretirlerdi. Acaba, yeni gelen bu vahyin, İslam coğrafyalarında yaşanmakta olan din algılarıyla ortak alanları yüzde ne kadar olabilirdi? Malumdur ya biz Müslümanlar nedense Hz. Musa ve Hz. İsa’nın getirdiği vahyin, onların ölümünün üzerinden 30-40 yıl bile geçmeden müntesipleri tarafından tahrif edilmeye başlandığını büyük bir rahatlıkla söyleriz. Fakat 1444. Hicri yılı yaşarken nedense bizim inancımıza hiç müdahale edilmediğini, inancımızın hiç tahrifata uğramadığını, tefsirleri dolduran görüşlerin hepsinin doğru yorumlar olduğunu, mezheplerin birbiriyle çelişkili görüşlerinin hepsinin ‘İslam’ olduğunu, ‘hadis’ kaydıyla günümüze gelen birbiriyle çelişkili sözlerin de sanki Hz. Muhammed'e kamera önünde mikrofon uzatılmış da kayda alınmış gibi olduğunu varsaymaktan kendimizi alamayız. Ancak bunların hepsi birer varsayımdır.
Bu kurgu yoluyla cevap aradığımız soru: ‘Dünyanın dört bir yanına dört elçiyle yeniden vahyedilecek İslam dinin ilkeleri nelerdir’ sorusudur. Çünkü dünyanın dört bir yanındaki yaşam koşullarına, insanın temiz fıtratına, selim akla uymayan telakkilerin, -kim tarafından söylenirse söylensin, ne kadar tarihi olursa olsun- İslam’dan olması mümkün değildir. Çünkü her elçinin İslam olarak aynı ilkeleri tebliğ etmesi, din adına bir zorunluluktur; bu bilinen ve kabul edilen bir görüştür. Buradan hareketle de şu anda dünya üzerinde yaşayan ve Hz. Muhammed’in tebliğiyle Müslüman olanların İslam olarak kabul ettikleri inanışların neden bu kadar farklı ve birbirine zıt olduğunun sorgulamasını yapmamız mümkün olur.
Bu sorgulamanın bizi ulaştırabileceği sonuç: Biz Müslümanlar, ‘İslam nedir?’ sorusuna Kur’an’a uygun ‘evrensel’ bir cevap verdiğimiz gün ‘Allah katındaki din’ ne demektir, anlamamız mümkün olacaktır. Bunu anladığımız gün, hak ve hakikat adına ayağa kalkabilecek gücü kendimizde bulabileceğiz. Bu sorgulamayı yapmazsak Kur’an’ın reddettiği ‘atalar dini’ mensubu olarak yaşamaya devam ederiz. Bidat, hurafe ve alışkanlıkların üstüne ibadet sosu dökülerek adına İslam denilen ‘atalar dini’ mensubu olarak ulaşabileceğimiz seviye ancak bugünkü durum olur. Oysa içinde bulunduğumuz sayısız marazlar barındıran bu durumun ‘İslam’ olmadığı, düşünüp akledebilen herkesin anladığı bir gerçektir.