Ayten DURMUŞ, hertaraf.com 14.06.2022
Bundan önceki yazımda bir vesile ile ‘hükümlerinin geçtiği yerleri ‘Müslümanlaştıramayanlar’ şeklinde bir tanımlama yapmıştım. Bu yazımda ‘hükmünün geçtiği yeri Müslümanlaştıran’ bir kişiden söz etmek istiyorum.
Kendisini tanımıyorum, görmedim. İş yerine iki, üç kez gittim. Duyduklarımın doğru olup olmadığını görmek istiyordum. Bu kişinin adını kendisinden izin almadığım için burada vermiyor, onu size ‘lokantacı’ olarak tanıtmak istiyorum.
Önce çok küçük bir yerde, bir köşede ekmek arası dönerci olarak çalışmaya başlamış. Dönerinin lezzeti nedeniyle müşterisi artınca az daha büyük bir yer tutmuş kendisine, tabi yeri büyütünce yanına çalışacak kişiler de almış. İş yerinin ilkelerini duyanlar, onun lokantasını, onun etlerini, köftelerini tercih etmeye başlamışlar. Çünkü hiç olmazsa helal bir hayvan eti yediklerinden emin olarak yiyorlarmış. Bu müşterilerinin görüşü. Müşteri sayısı daha da artınca söz ettiğim lokantacı ikinci bir yer açmış, ardından üçüncü bir yer daha… Şu anda -bildiğim kadarıyla- üç tane lokantası var. Benim gittiğim yer iki katlıydı, bir de yan tarafın terasını üst kata eklemiş yeri genişletmek için.
Hiç öyle bir yer tahmin etmiyordum, öğle ile ikindi arasında gittiğimiz halde -yani tam yemek vakti değildi henüz- bir görevli yeni gelenleri yer olmadığı için bekletiyor, masa boşaldığı anda sırada bekleyenlerden ilkini hemen alıyordu. Garip olan da sanki müşteriler de gelenleri bekletmek istemiyor gibi hızlıca yiyip kalkıyorlardı. Sıraya girdik, yapacak bir şey yoktu, merak edip gelmiştik; yorulmuştuk da çıkıp başka bir yere gitmeyi de gözümüz kesmediğinden biz de bekledik biraz. Önümüzdeki üç beş grup gittikten sonra sıra bize geldi, üst katta gösterdikleri masaya oturduk. Doluluk nedeniyle yer beğenme durumunda değildik. Sipariş için geldiler, zaten ne yiyeceğimiz belliydi ancak yine de meraktan her birimiz menüde olan bir başka yemeği sipariş ettik, hepsinin tadına bakmak istiyorduk. Yemekler geldi, yedik; hepsi güzeldi. Ardından milletimizin en önemli farzlarından olan ‘sınırsız çay ikramı’ geldi, yanına bir de küçük tatlı söyledik. Onun da tadına bakmak istiyorduk. Baktık, o da güzeldi.
Şimdi ben olsam bu yazılanlara bakar: ‘Şu ana kadar anlatılanlarda bir numara göremedik, bize bunları neden anlatıyorsunuz?’ derdim. Evet, şu ana kadar anlattıklarıma bakılarak böyle denilebilir, doğrudur da. Belki tek önemli husus, yediğimiz etin cinsi…
Şimdi gelelim, henüz tanımadığım bu iş yeri sahibiyle ilgili öğrendiklerime:
• Bu iş yerinin sahibi, namaz kılan tüm çalışanlarının namazlarını, çalıştıkları iş için aksatmamasını özellikle istiyormuş. Bu nedenle gerektiği her zaman daha fazla çalışan alarak işlerin, işçilerin namazlarını aksatmadan yürümesini sağlıyormuş.
• Bu iş yerinin sahibi, kendisine ve işçilerine ‘cuma’ gününü tatil olarak belirlemiş; isteyen herkesin cuma namazına rahatça gitmesi, önemli işlerini de cuma günü yapabilmesi için.
• Bu iş yerinin sahibi, Ramazan ayı boyunca tüm iş yerlerini tamamen kapatıyormuş. (Burada şaşkınlığım tavan yaptı çünkü Ramazan, lokantaların en çok para kazandıkları hatta pek çok lokantanın ‘iftar menüsü’ adı altında fiyatı ikiye üçe katladığı bir dönemdir.) Herkesin orucunu rahatça tutması, ibadetinin tadına varması için, işçilerinin oruçlu olarak iftar için bile olsa yemek hazırlamalarını istemiyormuş.
• Bu iş yerinin sahibi, Ramazan ayı boyunca tamamen tatil ettiği iş yerlerinde çalışan işçilerinin ücretini, tam kapasite çalışıyor gibi veriyormuş.
• Bu iş yerinin sahibi, çalışanlarının maaşını asgari ücret üzerinden değil, onların emekleri, geçinebilmeleri ve kazancının artmasıyla doğru orantılı olarak belirliyormuş. Bu da asgari ücretin çok çok üzerinde oluyormuş.
• Bu iş yerinin sahibi, çalışanlar için bir patrondan çok farklı bir konumda imiş; sanki herkes kendi iş yerinde çalışıyor gibi birbiriyle yarışarak gibi çalışıyorlarmış. (Bunu ben de gördüm)
• Ben oraya gittiğim ilk gün anladım ki bu iş yerinin sahibi, iş yerini Müslümanlaştırmış. Kendisine yakışan Müslümanca tavır ve davranışları göstermesi için, dünyanın neresinde, hangi zaman diliminde yaşadığı önemli olmamış.
İslam’ı temsil eden Müslüman sayısı bu kadar az olunca böyle bir kişi, yazmaya değer oluyor tabi. Bu yazıdan amacım bir iş yeri reklamı yapmak değil elbet. Kendimce güzel, değerli ve Müslümanca bulduğum bir iş ortamındaki iş ahlâkından söz etmekti. Amacım, bir Müslüman’ın işçiyken de patronken de Müslümanca davranabilmesinin dünyadaki her zaman ve zeminde mümkün oluşunu örneklemekti. En azından kişinin kendisiyle ilgili her konu ve durumda…
Bizlerse; hepinizin malumu olduğu üzere çoğunluk olarak ‘yoksul Müslüman olmayı bildik, zengin Müslüman olmayı pek bilemedik’, ‘yönetilen-makamsız Müslüman olmayı bildik, makam sahibi Müslüman olmayı pek bilemedik’, ‘sıradan Müslüman olmayı bildik, kültürlü-aydın Müslüman olmayı pek beceremedik’. Bilmem neden ‘zengin, makam sahibi, kültürlü-aydın bir Müslüman’ olmak gerçekten önemli bir imkân iken bunlara sahip olanlar, sahip olduklarının (hevaları için değil) İslam için kullanılması gereken araçlar olduğunu unuttular. Sonra da biz Müslümanlar hep birlikte bizim çağımıza uygun bir din indirmedi diye Allah’ı suçladık, çıkarlarımızı hiç korumuyor diye Allah’tan şikâyetçi olduk, hazlarımızın ve heveslerimizin kölesi olarak yaşadığımız hayatın adına İslam demiyor diye Allah’tan razı olmadık. Ama Allah’ın bizden razı olmasını istedik, bekledik. O kadar emindik ki bu isteğimizin hakkımız olduğuna, Allah bizden razı olmayıp da ne yapacaktı ki! Başka çaresi mi vardı(!)?
Önceki yazımdan yukarıya alıntıladığım gibi “Müslüman” ‘hükmünün geçtiği yeri Müslümanlaştıran’ bir kişi olmalıydı. Hükmünün geçtiği yerlerde, inancına uygun davranmak için ne gelecek bir ‘Mehdi’ beklemeli ne de ‘Asrı Saadet’ benzeri bir zamanın gelmesini. Çünkü öyle bir zaman gelmeden de ölebilir ve o, içinde bulunduğu ülke ve zamanda Müslümanca yaşayıp yaşamadığından sorgulanacaktır.
İşte bu nedenle sorumluluk bilincine sahip her Müslüman, kendisine ‘örnek alacağı’ birilerini arayıp durmaktan vaz geçip ‘tıpkı söz ettiğimiz lokantacı gibi’ kendi şartlarında ve konumunda ‘örnek olacağı’ bir hayat yaşamak zorundadır. Yaşadığımız koca koca sorunların -gerçekten- tek çözüm yolu budur. Bunu geçmişimize, bugünümüze ve geleceğimize İslam adına borçluyuz. Bildiğimiz üzere ‘Din günü’, borçların sorgulanacağı, ödeneceği, ödetileceği gündü değil mi?