Ayten DURMUŞ, hertaraf.com
24.03.2020
Ne olduğunu anlayamadan çok kısa bir süre içerisinde evlere kapandık. Devlet görevlileri tarafından, mümkün olduğu kadar dışarı çıkmamaya davet ediliyoruz. Bunu kendimiz için yapmasak da başkaları için yapmak zorunda olduğumuz bize sürekli telkin ediliyor. Korkuyoruz insanlara bir zararımızın dokunmasından ve söyleneni yerine getirmeye çalışıyoruz.
Evdeyiz. Televizyonlar karşısındayız. Tüm kanallar, ‘koronavirüs’ denilen ne olduğunu yeterince anlamadığımız, toplumsal ve küresel bir tehdide karşı ne yapacağımız konusunda yayın yapıyor. Ülke gündeminde ve haber saatlerinde bu konu bir anda tüm konuları gündemden düşürecek kadar öne geçti.
Salgın konusu hepimiz üzerinde etkili oldu. Telefonlar ellerimizde ya birileriyle konuşuyoruz ya da gruplardan bize gelen mesajları okumakla geçiyor tüm vaktimiz. Bir zihin dağınıklığı da yaşıyoruz hatta biraz bunalmışlık hissi de var sanki. Bilgi kirliliği karşısındayız. Birbirine zıt görüşler ve düşünceler karşısında şaşkınlığa düşüyoruz.
Acaba bu bir biyolojik savaş mı? Acaba bu nüfus kontrolü için yeni bir yöntem mi? Acaba bu salgın söylendiği kadar korkutucu mu, yoksa daha mı az, daha mı çok? Yoksa birilerinin iddia ettiği gibi, tüm dünyayı, insanlara çip takarak yönetecek bir çağın ön hazırlığı mı? Acaba Cumhurbaşkanından sokaktaki vatandaşa kadar herkesin dilindeki ‘Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!’ sözüyle tam olarak ne söylenmek isteniyor? Hepsini merak ediyoruz?
Devletimize ve insanımıza güvenmek istiyoruz. Küresel sapkınlıklardan millet ve devlet olarak korunmak istiyoruz. Fakat dünya üzerinde bir sürü kötü duruma sebep olanların da olduğunu biliyoruz. Silahlarını satmak uğruna insanları birbiriyle neredeyse zorla savaştırmak için ne gerekiyorsa yapanların; ilaçları için yeni pazarlar aradıklarını da biliyoruz. Gerçeğinden büyük bir korkunun gölgesinde içeriği tam da bilinmeyen yeni aşılara yeni pazarlar… Bu gidiş tam olarak nereye?!
Bu süreçte kısa süre içerisinde görüldü ki toplumların üst birlikteliklerinin çok da bir anlamı yokmuş. Sınırlar kapatıldı. Her devlet, kendi milleti için yapabileceğini yapmaya çalışırken başkalarını düşünmeyi terk etti. Doğal olan da zaten budur. ‘Dünya vatandaşlığı’ gibi temelsiz düşüncelerin sebep olduğu beyin göçü yoluyla nasıl bir sömürü aracı olduğu, bir kez daha ortaya çıktı. ‘Medeniyet beşiği’ diyerek başka ülkelere gidenler de o beşikten başları üstüne düşmenin kâbusuyla uyandılar. Dileriz uyanmışlardır.
An itibariyle dışarı çıkamıyoruz ve her birimiz kendimize göre anlamlı uğraşlarla vakit geçirmeye çalışıyoruz. Toplumun yetişkinleri olarak belki çoğumuz, yaşlılığı nedeniyle uzun süre dışarı çıkamayan büyüklerimizi ilk defa doğru anlayabileceğiz. Meğer sürekli evde, aynı yerde olmak hiç de kolay değilmiş. Onlarla ilgilenmeli, onları dışarı çıkarmalı, dolaştırmalıymışız. Telefonla hatır sormak ve uğramak yetmezmiş.
Yaşamakta olduğumuz bu durum bize Eyüp Peygamberi de hatırlattı. Uzun dönem hastalık çekenler, onun kıssasını daha iyi anlarlar. Hele bir de hayat, öncesine göre tam tersine dönmüşse. Ya isyan ya sabır. Ya isyanlı bir sabırla birlikte bir sükût ya da güzel bir sabırla birlikte bir dayanma. Kişinin erdem düzeyini, yaşadığı iyi-kötü olay ve durumlar karşısında geliştirdiği ve gösterdiği tavırlar ortaya çıkarır. Evet, bu duruma da sabır gerekiyor. Sabır ise nasıl bir sabır?
Şükredilecek yanları da var mı yaşadığımız durumun. Düşünürsek kesinlikle buluruz. Evet, şükür ise nasıl bir şükür? Neye ve neden şükür? ‘Kendisine şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim, diye beni denemek istiyor.’ (Neml 27/40) İşte tavır geliştirmek dediğimiz durum tam da budur. Yaşadığı olay ve durumların arkasındaki gerçek güç sahibini unutmadan durumuna anlam yüklemek ve gerekeni, üstüne düşeni yapmak. Zaten ‘Şükreden, kendisi için şükretmiş olur; nankörlük edene gelince, Rabbim hiçbir şeye muhtaç değildir, çok ikram sahibidir.” (Neml 27/40). Her halimize hamdolsun, Rabbimizin lütfettiği bütün nimetlerine de şükürler olsun. ‘Şükredin. Kullarımdan şükreden azdır!’ (Sebe 34/13) davetini bu dönemde de düşünmekteyiz.
İlk boş vaktimiz için ayarladığımız okuyacağımız kitaplar, yazacağımız yazılar, çalışacağımız konular vardı bir kenarda bizi bekleyen. O vakit geldi… Ama kendimizden, çalışmamızdan beklediğimiz verimi alıp almadığımızı şu anda söylemek zor. Kulağımız telefon veya televizyon yoluyla alacağımız yeni haberlerde, yeni bilgilerde. Bu da bizi durduğumuz yerde yoruyor ve zihnimizi meşgul ederek bir konuda yoğunlaşmamızı zorlaştırıyor.
İnsanız öleceğiz! Ama yaşarken yurdumuzun özgür ikliminde her durumun daha iyiye doğru gittiğini görmeyi; ölürken de hiçbir nedenle gözümüzün arkada kalmamasını istiyoruz.
İnsanız öleceğiz! Ama anlamlı yaşanmış bir hayatı istiyoruz ve bu hayatı bitirirken güzel bir son ile bitirmeyi arzu ediyoruz.
İnsanız öleceğiz! Yaratılışımızla ilgili ‘doğum tarihimiz, ülkemiz, anne-babamız, ırkımız, fiziksel ve ruhsal özelliklerimiz gibi’ bütün şartları belirleyen Rabbimizden diliyoruz ki en doğal yoldan gelen ecelimizle ölelim.
Hangi durumda olursak olalım -yaşadığımız sürece- bizler elimizde bulunan ve ‘dikmekte olduğumuz fidanı, kıyamet kopsa’ yine de dikmeye ve erdemli bir eylemi daha hanemize kaydetmeye gayret edeceğiz. (Buharî, el-Edebül-Müfred s. 168; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 191)
Ve diyeceğiz ki: “…Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik, ahirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru…” (Bakara 2/202)