Tarihin en eski dönemlerinden beri gözle görülen varlıkların ve tabi insanın da yapısı üzerinde düşünülmüş, tartışılmış ve bu yapı incelenmeye çalışılmıştır.
Gönümüzün en yaygın görüşü, ‘varlığın dört ana öğeden oluştuğu’ şeklindedir.
Bunlar: ‘1. Toprak 2. Su 3. Hava 4.Ateş
(Bazıları derler ki: ‘Buna beşinci bir unsur eklenecek olsaydı o da mutlaka sevgi olurdu.)
Gerçekten de insan dâhil her somut varlıkta oranları değişerek bulunur bunlar. İnsan bedeninin de bu dört unsurdan olduğunu bilmenin bize sağlaması gereken en önemli kazanım, hiç şüphesiz, bu bilginin insan sağlığı ve mutluluğu için kullanılması olacaktır.
Önce insanla ilgili tasnifimizi ortaya koyalım:
İnsan varlığı itibariyle iki bölümden oluşmaktadır:
- Somut yanlarıyla insan
- Soyut yanlarıyla insan
Somut yanlarıyla insan, kendi içerisinde ikiye ayrılır:
1.a. Yapısı/Hammaddesi itibariyle insan
1.b. Değerlere ve hayata bakış merkezi açısından insan
Soyut yanlarıyla insan altı bölüme ayrılır:
2.a. Ruh: İnançla beslenir
2.b. Akıl: Bilgiyle beslenir
2.c. Kalp: Düşünceyle beslenir
2.d. Gönül: Sevgiyle beslenir
2.e. Vicdan: Düşünce ve eylemleri değerlendirir
2.f. Nefis: Olumsuz telkinler verir.
Şimdi ayrıntılarına girelim:
1.a. Yapısı itibariyle insan:
İnsan tıpkı tüm somut/beş duyu ile algılanarak maddi bir bedene sahip olan varlıklar gibi, ‘toprak, su, hava, ateş’ olarak dört unsurdan oluşur.
Susuz bir toprak nasıl yağmurla rahatlarsa, kuştan çıkmış bir toprak nasıl ısınarak bağrındakileri canlandırırsa, hava nasıl canlıların yaşamasının olmazsa olmazı ise (bana göre cansız varlık yoktur; bilinç düzeyi, hareket kabiliyeti, ömrü, yapısı farklı varlıklar vardır), toprak nasıl canlanmanın en önemli unsuruysa, hiç şüphesiz, bu aslî unsurlara sahip olan bir bedenin sahibi olan insan da ancak yukarıda belirtmeye çalıştığımız bu unsurlarla uygun ve dengeli oranda birliktelikleri sonucunda, bilhassa bedensel açıdan daha rahat ve huzurlu olacaktır.
* Toprakla uğraşan insanların, kolay kolay sinirlenmemesine, sabrına, sükûnetine dikkat edilmelidir. Toprak, insan bedeninin durgun enerjisini alarak onu rahatlatır. Çünkü insanın toprak yanı, toprakla buluşmuştur.
* Isı seviyesi uygun bir suyla alınan banyodan sonra, o insanın nasıl rahatladığına dikkat edilmelidir. İnsan gibi, dünyanın da % 70’i sudur. İnsan bu sebeple rahatlar; çünkü bedeninin çoğu su olan insan, suyla buluşmuştur.
* Açık havada, bol oksijeni bulunan yerlerde insanın nasıl değiştiğine, rahatladığına dikkat edilmelidir. Çünkü insan, bedeninin ham maddesinin bir tanesini, beden dışında bulunan aynı unsurla –ırmağın denize karışması gibi- karıştırarak dinginleştirmiştir.
* İnsan canlılığının en belirgin yanı sıcaklığıdır. Ölenin eline, ayağına dokunurlar ve beden soğumaya başlamışsa, o insanın öldüğüne hükmedilir. Bu sebeple insan bedeni gerilimlerden kurtulmak için, beden sıcaklığının biraz üzerinde bir sıcaklığa ihtiyaç hisseder; sıcak su, sıcak toprak ve kum, sıcak yatak veya sıcak odalar gibi… Bu durumlarda da insan rahatlar çünkü ürettiği ısıyı her şekilde sürekli kaybeden insan bedeni, kendi dışından takviye alarak, ısı üretiminde rölantiye geçmiş, bu anlamda beden kendi ramazanını/oruç günlerini yaşamaya başlamıştır. Bu sebeple rahatlar ve gevşer.
1.b. Değerlere ve hayata bakış merkezi açısından insan
a. Baş Merkezli
b. Göğüs Merkezli
c. Göğüs altı-Mide Merkezli
d. Bel altı-Cinsel bölge Merkezli
Bu dört bölümden hangisi ihtiyaçlarını giderme noktasında yetersiz bırakılıyorsa, insan huzursuz olur.
Bunlar üzerinde duralım:
a. Baş: Beyin ve aklın bulunduğu kısımdır. Gıdası doğru, yeterli ve gerekli bilgidir. Bunlar sağlanırsa, kendi kendini yemek zorunda kalmaz.
b. Göğüs: Kalp, vicdan, nefis ve gönlün makamıdır. Bilginin düşünülüp, özümlenip bilinç haline gelmesini sağlamalıdır. Bunu yapabilir ve bu bilinç tüm azalarda eylem haline dönüştürülürse, gıdası tefekkür olan kalp, huzuru sağlayabilir. Bu huzur, bilinç ve eylemle olduğu kadar sevgiyle de olmak durumundadır. Sevilmesi gerekenleri sevmek ve gerekmeyenleri sevmemek de bu huzur için gereklidir.
c. Göğüs alt-Mide: Yeterli, doğru ve helâl rızkla doyurulmalıdır.
d. Bel altı-Cinsel bölge: Cinsel ihtiyaç da yeterli, doğru ve helâl şekilde karşılanmalıdır.
Bugün insanlık daha çok üçüncü ve dördüncü maddelere odaklanmış ve hayatı bunlar için ve bunlara göre organize etmeye çalışmaktadır. Elbette bu ikisi insanın mutluluğu için yeterli değildir. Bunun farkına varan insan, fıtratında bulunan, güvenme, sığınma ihtiyacını karşılamanın yollarını aramaya başlamaktadır.
Beyinleri ve gönülleri ihtiyaç hissedilen malzemeyle dolmadığından, neyin sahibi olurlarsa olsunlar hep bir boşluğu yaşayan, yüreklerinde hep bir boşluk hisseden bu insanlar, bu boşluğu doldurmak için türlü arayışlara yönelirler.
İnsan bu fıtrî boşluğu doldurmak için, beyin ve kalp, yani akıl ve gönül adına arayışlara girdiğinde, eğer Kuran’ın elinden tutmamışsa, pek çok mistik materyal önüne çıkacaktır.
Mesela; yıldıznameler, gizemcilik, alternatif yaşam biçimleri, tarot, ispritizma(ruh çağırma) sırları, falcılık… nedir gibi yüzlerce başlık altında toplanmış yayınlar… yani “olmayan ülke”nin ayrıntılı haritaları…
Bize göre bunların hepsi, Allah’a vahyi vasıtasıyla irtibat kuramayanların veya bilerek Allah’ı reddedenlerin sığındıkları, insanlar eliyle yapılmış ‘çağdaş tapınaklar’dır. Üstelik örümcek ağından bile daha zayıf!
Her anlamda açlığı yaşayan, dengeli bir hayatın ne ve nasıllığını kavrayamamış, dengeli düşünce yapısının en azından temellerine sahip olamamış insanların, bilhassa gençlerin, pornografik yayınlara ve gizemciliğe yönelik(telepati, altıncı his, kehanet gibi) mistik yayınlara yönelmesi ve bunların bol gelir getiren birer sektör haline gelmesi, şaşılacak bir durum değildir.
Başka ne bekleniyordu? Denize düşen, hep yılana sarılmaz mı?
Bu yayınları okuyanlar, şunun farkına hiç varamazlar:
Yazılanların hepsi, tekrar deneyime imkân vermeyen durumlardır –yani gerçekte aldatmaca, yanıltmaca… Hâlbuki hakiki ilmin ortaya koydukları, tekrar tekrar denenebilir ve aynı sonuçlar alınabilir.
İnsanda “özel” olmak arzusu vardır. (Gerçekte ise zaten her insan özeldir.) bunu hissedebilmek için pek çok insan, sıradan olmaktan uzaklaşıp farklılığa özlem duyarak bu yayınlara sarılıyor ve çevrelerinde de hep bir sıra dışılık unsuru olmak, heyecan duymak, gündelik işlerin ve insanî sınırların ötesinde bir şeyler yaşamak istiyorlar.
Çevresi ve kendisi yaratılış harikalarıyla kuşatılmış iken, insanın, bunların farkına varmayıp, ‘Kabız olsa kendisine söz geçiremeyen’ falcılara, medyumlara, astroloji gibi sözde bilimlerle uğraşanlara yönelmesi, şaşılacak bir tezat! Üstelik insanlığın zirvesi olan âlemlere rahmet olan Sevgili Peygamberimiz için bile, Âlemlerin Rabbi, insanlığa vahyettiği Kitabımızda en açık şekliyle: ‘De ki: Ben sadece sizin gibi bir insanım’(Fussilet Sr:6) ayetiyle tanımladığı; ‘Allah size gaybı da bildirecek değildir. Fakat Allah, resullerinden dilediğini seçer, onlara bildirir.’(Âl-i İmran Sr:79); ‘Gaybı da bilmiyorum.’(Enam Sr:50); ‘Gaybın anahtarları O’nun yanındadır, onları ancak O bilir.’(Enam Sr:59) ayetleriyle bu konunun sınırları çizildiği halde…
“Müşterisiz kalmaz ‘yanlış’
Satın alsan zihnin dolmaz.
Âkil olan ömrü verip
Cehennem’i satın almaz.”(AD)
Susamak, suyun varlığının ispatı olduğu gibi; bir Sonsuz Güç ve Kudret Sahibi’ne inanıp bağlanmak arzusu da Allah’ın varlığının insandaki ispatıdır.
Her istek ve ihtiyacının doğru ve dengeli karşılığı var edilmiş olan insan, doğruları yaşayıp yaşamadığının kontrolünü, Rabbine, Kuran vasıtasıyla yaptırmalıdır. Tabii ki bunu yapacak olan, insanın kendisidir. Kendisini, düşüncelerini, davranışlarını Kuran’a arz etmeye ve düzeltmeye çalışmalıdır.
Şimdi, biçimi açısından dört bölüme ayırdığımız insan bedeni üzerinde duralım:
Bir insan, kendi bedeninin bu dört bölümünden hangisini vücudunun merkezi haline getirmişse, hayata, eşyaya, insana bakışı ve değerlendirmesi o merkezden olacaktır.
a. Baş Merkezli İnsan:
Beyin işlevi olan akıl ve bellek, bilgiyi öğrenir ve depolar. Bu bilgi, düşünen akıl süzgecinden geçirilerek idrak boyutuna ulaşır ve insan anladığı şeyi kavrar, onu eylem haline çevirebilir. Onun eylem haline geçebilmesi, insan sadrının(göğsünün: nefis, kalp, vicdan, gönül) bu eylemi onaylaması veya onaylamamasıyla mümkündür. Düşünce teknesinden geçirilerek kullanıma sunulamayan bilgi, un haline getirilmemiş buğdaydır; güzeldir, lâkin kullanıma hazır değildir.
Baş merkezli insanlar, bir eve gitseler, ilk önce evin kitaplarını fark eder ve dönüşlerinde bundan bahsederler.
Beyni-aklı-bilgisi, bedeninin merkezi olmuş insan, diğer uzuvlarını bu doğrultuda kullanacaktır. Bilgiye ulaşacağı vasıtaları sevecek, onlarla vakit geçirmekten hoşlanacak; yani bilgiyi içeren her unsur, onu mıknatıs gibi çekecektir. Bu insanlar, insanlardan bilgili olanlarla birlikteliği isteyeceklerdir.
Bilgiyi belleğinde depolayan insan, bilgindir; bunlar bilgileriyle konuşur, izah eder, anlatır, öğretirler.
b. Göğüs Merkezli İnsan:
Bir insanın varlık merkezi göğüs kısmı ise, burada olmuş duygu ve düşünce hangi yönde ise, ona göre şeylere yönelecektir.
Göğüs merkezli bir insan, bir yere/eve ziyarete gitse, kendisine gösterilen ilgiye önem verir ve dönüşünde bundan bahseder.
Klâsik eserlerimizdeki tasnife göre, göğüste hükümran olan duygular üç kısımdır:
1. Nefs-i emare: Günümüzde bu kavram sadece ‘nefis’ kelimesiyle ifade edilmektedir. Kötülüğü telkin eden hisler, düşünceler, duygulardır.
2. Nefs-i levvame: Buna da günümüz lisanında ‘vidan’ diyoruz. Kötülükten sonra sıkıntı, rahatsızlık hissettiren duygu ve düşüncelerdir.
3. Nefs-i mutmainne: İyilikle kötülüğü ayırt eden, Allah’a yaklaştıran duygu ve düşüncelerdir. ‘Selim kalp’ (yürek değil) olarak adlandırıyoruz.
Nefis ile kalp arasında bulunan vicdan, selim kalbin hâkimiyet süresince huzurlu ve rahattır. Nefsin etkisiyle yönlendirilmesiyle ortaya çıkan eylemlere karşı da sürekli sıkıntı yaşar, huzursuzdur.
Tıpkı vicdan gibi, nefis ile kalbin arasında kalmış diğer duygumuz ise sevgidir ve makamı gönüldür. İnsan gönlü, bu iki yanımızın hangisinin etkisi altında kalmışsa, onun işaret ettiği şeylere yönelir, onları sever. İnsan neyi sevmişse, azalar sevilenin hoşnutluğunu kazanacak şekilde çalışmaya, işlemeye, eylemler yapmaya başlar.
Düşünen akıl yoluyla öğrenilip depolanarak, akleden kalbe gerektikçe yollanan bilgiler, burada özümlenerek davranışlara ve düşünceye yansır. Nasıl ki hafızadaki bilgi yoluyla insan ‘bilgin’ oluyorsa, selim kalbin idrak ettiği bilgiler yoluyla da insan ‘bilge’ olur.
Bilgeleri, bilginlerden ayıran en belirgin özellik, onların bilginler gibi, eğitim için anlatıp, izah edip, öğretme yerine, ‘düşündüren, aratan, sezdiren’ bir eğitim yolunu benimsemeleridir.
İlkinde öğretmen, etkin ve önceliklidir; bilgi, öğretmenden öğrenciyedir. İkincisinde ise, öğrenci etkin ve önceliklidir; eylem öğrenciden başlar; öğrenci yönelir, arar, bulur; bilge/öğretmen yol gösterir, destekler ve cesaretlendirir.
Hakiki bir bilgenin davranışları edilgen değildir; yapması gerekeni yapar, gücünün yettiği şeyler için talimat beklemez. İnsanın bilgelik zaviyesine bakmak için, edebine bakınız. İnsan bilgeliğiyle edebi doğru orantılıdır. Bilgelik arttıkça edep artar.
Her insanın, bilgelik yolunda, kendi çapında bir yürüyüşü vardır. bu yolda yürüyen insanın ulaşacağı son nokta, kendisinin varlığının ve değerinin kendisinden kaynaklanacağı hale gelmesidir.
İnsan olarak, varlığı ve değeri, elinden alınamayan şeylere bağlı olan insanlar, gerçekten vardırlar ve değerlidirler. Bu varlık, insanların ömürleriyle sınırlı değildir. Bunların ömürden uzun hayat yaşamaları, bazen düşünceleriyle, bazen eserleriyle, bazen başkaları tarafından model alınarak tekrarlanan örnek ve önder oldukları, güzel eylemler sebebiyle mümkün olmaktadır.
Ancak varlığı ve değeri, kendi varlığı ve değeri dışında –meslek, eş, evlilik, soy, zenginlik, makam vs. gibi- başka unsurlarla ilintili bulunan insanlar, bunlar ellerinden alındığı veya herhangi bir sebeple bunları kaybettikleri anlarda, bir anda kendilerini, bitik ve değersiz hissederler. Bu tür insanlar kene gibidirler; malları, makamları, imkânları vs. değerlilik duygularını besler; bunlardan yoksun kalınca hızlı bir düşüş yaşarlar.
İnsanın yapı ve şartlarına göre, kendisini değerli kıldığını düşündüğü şey veya şeyler her ne ise, o insanın vazgeçilmezleri onlardır. Hayatları, onlar adına, onlar için olduğu gibi, o şeylerden yoksun olmamak için de her şeylerini feda edebilirler. Çünkü hayatlarının merkezine yerleştirdikleri o şey olmadan, çizmeye çalıştıkları dairenin hiçbir anlamı olmaz.
İnsanın hayatının merkezinde şey ile ‘Bedensel var oluş merkezi’ arasında uyumsuzluk söz konusu olmaz. Bedensel var oluş merkezi değiştiği anda, hayatın merkezi de mecburen değişmek zorunda kalır. İnsan bu değişim esnasında kendi iç âleminde, dünya savaşlarını aratmayacak savaşlar yaşamaya başlar. Hiçbir savaş, insanın iç savaşından daha büyük değildir!
Kadın erkek ayırımı yapmadan, her bireyin kendi değer seviyesini öğrenmesi için basit ve kendi içinizde cevaplayabileceğiniz sorularımız var:
Bugüne kadar önemli bulduğunuz ve varlığıyla önem kazandığınız ne varsa, kendi adınıza birer birer işaretleyip sonuca bakınız.
1. Mensup olduğunuz aileye ve soyadına sahip olmadığınızı düşününüz.
2. Sahip olduğunuz diplomanızın olmadığını düşününüz.
3. Sahip olduğunuz mal varlığı ve makamınızın olmadığını düşününüz.
4. Eşi olmakla mutlu olduğunuz eşinizin olmadığını düşününüz.
5. Malına, makamına, ahlâkına insanların imrendiği, sizin de kendileriyle övündüğünüz çocuklarınızın olmadığını düşününüz.
6. Ve hatta mensup olduğunuz millete, mensup olmadığınızı düşününüz.
Şimdi bakın bakalım, kendinizi değerli hissettirecek neyiniz var?
Bakın bakalım, siz hala kendi gözünüzde değerli misiniz?
Cevabınız ‘Evet’ ise, durum iyidir; çünkü değerinizi, ‘var olma, insan olma, inançlı olma’ sacayağı üzerine oturtmuşsunuz demektir.
Cevabınız ‘Hayır’ ise, sıraladıklarımızı kaybettiğinizi düşündüğünüzde bile değersizlik duygusu yaşıyorsanız, durumunuzu yeniden düşününüz.
c. Mide Merkezli İnsan:
Vücudunun merkezi, midesi-işkembesi olan insanın tüm çabası, daha güzel ve leziz yemeye yönelik şekillenir. Bir yere gidecekken en güzel yiyeceklerin olduğu yeri seçecektir. Güzel yiyeceklerin bulunduğu yerleri sevecektir. Mide merkezli insan, herhangi bir ziyaretinde, kendisine güzel yiyecekler sunulmuşsa, orayı sever ve orada kendisine değer verildiğini düşünür. Değilse ‘kendisine değer verilmediği’ kanısına varır. Gittiği yerlerden döndüğünde, neler yediğini ve ziyaretlerinde kendisine neler ikram edildiğini anlatır.
d. Bel Altı/Cinsel Merkezli İnsan:
Bir insanın vücut merkezi bel altı olmuşsa, artık o insan şehvetinin kulu kölesi haline gelir. Ölçü, sınır, helal, haram tanımaz. Onun sadrında (göğsünde), sadece kötülükleri emreden nefis kısmı faal haldedir. Aklı, kalbi, gönlü tamamen dumura uğramış durumdadır.
Bel altı merkezli kişiler, kendilerine göre her uygun vakitte karşı cinsten bahsederler. Hakikati en zor gören, en zor işiten ve en zor anlayan insanlar bunlar ile bilgisini idrak/düşünce/kalp süzgecinden geçirerek faydalıyı kendine ayıramayan insanlardır. Yani bilgili cahiller ya da cahil aydınlar…
İzah etmeye gayret ettiğimiz dört merkeze göre varlık durumları, insanları birey olarak etkileyip şekillendirmekle kalmaz, eşlerine ve çevrelerine de bakışlarını şekillendirir. İnsanlar kendileri hangi merkeze sahip iseler, eğer eşleri de o merkeze sahip ise, kendilerini mutlu hissederler. Yoksa biri mide merkezli, diğeri beyin merkezli iki insanın birlikteliği ikisine de sabrı öğreten mektep haline gelir. Bilhassa evlendiklerinde, eşlerinde, kendi önceliklerine uygun tavır ve davranış ararlar. Bu, iki taraf için de böyledir.
Bunlardan hareketle, kalemşorlarımızın çoğunun erkek olmasının doğal bir sonucu olarak, onların yazdıkları kitaplarda, hakiki bir beyin fırtınası, bu fırtınanın akleden kalp elinde olgunlaşıp anlatılabilir ve anlaşılabilir, delilli ve ispatlı hale gelmesini hayranlıkla okur ve görürken;
İlginçtir ki ‘kadın, kadınların sorunları, kadın hakları’ gibi konularla ilgili yazdıklarında, beyin merkezli/insan merkezli olmayıp, mide ve özellikle bel altının merkez olması, bel altının merkez alınması netice, aynı akleden kalbi ve hisseden aklı (istisna her zaman vardır) görememekteyiz!
Bazen aynı insanın yazdığı biri ‘kadın’, diğeri farklı bir konudaki iki eser arasındaki uçurum o kadar büyük olabiliyor ki, ‘Bu adam bunu nasıl yazar?’ veya ‘Şu kitabı yazan insan, bu düşüncelere nasıl sahip olabilir?’ şaşkınlığını ve hayretini yaşamaktan kendimizi alamıyoruz!
İnsanla ilgili vermeye çalıştığımız bu izahlardan sonra, belki şu sorulabilecektir (çocuk ve gençler de bunu sorabilecektir):
“İnsanın var oluş merkezi neresi olmalıdır?”
Cevap: “ Aklın elinden tutmuş kalp veya kalbin elinden tutmuş akıl yahut el ele tutuşmuş akıl ve kalp… Hepsi bir! Bilen, düşünen, akleden insan…”
İnsanın ömür seyri içerisinde beyin bilgilenmeli; kalp, akıl ve bilgi ışığında tefekkür etmeli; diğer iki kısım ise kontrol altında tutulmalı ve istekleri helâl yollardan karşılanmalıdır.