Fidan daralıyordu. Köklerine sımsıkı sarılan toprağa çok kızıyor, dalları ve yaprakları sürekli söyleniyordu.
-Eğer şu toprak bizi biraz bıraksa başımız göğe erecek.
Köklere sarılan toprak ve toprağın katmanlarındaki su, gülümseyerek dinliyorlardı bu sözleri. Duyduklarına aldırmadan kökleri besliyor, dallara, yapraklara, meyvelere gerekli olan her ne varsa hiçbir karşılık beklemeden veriyorlardı.
Dallar ve yapraklar kendilerine sunulan her şeyi alıyor ve güçlendikçe toprağa kızgınlıkları da artıyordu. Öyle an geliyordu ki toprak ve içindeki suyla beraber her şey bu duruma üzülüyor fakat:
-Neyse daha gençtir, öğrenir her şeyi, anlar bir gün gerçekleri, diyorlar, toprağın dudakları kuruyor, suyun göz yaşları sel olup akıyordu.
Hamidiye suyunu halkına getiren Hakan demişti ki: ‘Getirdiğim suyu içecekler ve boğazları kuruyuncaya kadar bana küfredecekler.’ Bu, nankörlük tarihinde hep böyle olmuştu. Hem sunulan her imkânı herkesten fazla kullanmışlar hem de küfretmekten, hakaret etmekten hiç geri kalmamışlardır. Nankörlüğün kitabındaki yasa budur.
-Eğer şu toprak bizi biraz bıraksa başımız göğe erecek.
Bu nankör sözü duya duya toprak iyice kurudu, sular da ağlaya ağlaya tükenip gittiler.
Rüzgâr fidanın nankörlüğüne öfkelendi, esti, esti. Sonunda kökleri saran topraklar savruldu gitti ve kökler yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Susuzluğu hissetti su yoktu fakat daha ne olduğunu anlamamıştı fidan ve haykırdı köklerini görünce:
-Yaşasın rahatladık, başımız göğe erecek, derken kısa süre sonra daha cümlesini bitirmeden susuzluktan güçsüz kalan dalları rüzgârla birlikte yere kapaklandı. Başını bıraktı fidan, başı bir taşa çarptı.
Yattığı yerde bir hasret duyduğu göğe baktı, bir baş koyduğu yere. Dalları çatır çatır kırılmaya devam ederken şöyle diyerek ağlıyordu:
-Ey benim köklerimi sarıp koruyan toprak anam, güneş teyzem, su atam. Beni affedin. Meğer benim tüm gücüm sizdenmiş.
SEN HANGİSİSİN?
Birkaç öğrencim, burada olduğumu duymuş. Konferansımı dinlemişler ve şimdi beni ziyarete geliyorlarmış. Haber verdiler. Bir grup geldi. Önlerinde şehrin valisi vardı. Valilikteki müdürlerden birkaçı, şehirdeki farklı okullardan birkaç öğretmen ve öğretim görevlisi vardı. Birkaç tane polisin yanında bir makam şoförü, birkaç tane de ne yaptığını tam anlayamadığım kişi vardı. Hep beraber bulunduğum odaya girdiler.
Hepsi bana bakıyordu. Ben de hepsine birer birer inceleyerek baktım. Sonra dedim ki:
-Hanginiz benim öğrencilerimsiniz?
UÇ(A)MAMAYI ÖĞRETMEK
Yönetici Allı Horoz, tüylerini iyice kabartmış bir şekilde konuşuyordu, Kanatlılar Eğitim-Öğretim Kurumunun ortasındaki kürsüde. Bu bölüm kurumun ‘Yüksek Uçuş Bölümü’ olarak adlandırılıyordu. Bir yanda kartallar, bir yanda şahinler, bir yanda kırlangıçlar, bir yanda leylekler ve diğerleri...
Güzel tüyleri ardında açılmış yaşlı ve bilge tavus kuşu, yaşlılığı sebebiyle artık zor duyduğu için yanındakine sordu:
-Ne diyor bu?
Diğeri cevap verdi:
-Kartallara uçmamaları gerektiğini öğretiyor.
-E haklı, doğru söylüyor, derken kibirle kuyruk tüylerini toplayıp başını yukarı doğru kaldırırken göklere hasretle bakıyordu.
SANA ÖYLE GELEBİLİR
‘Yolda kadını gördü. Kadın yanında on altı yaş civarlarındaki erkek çocuğuna destek olarak yürüyordu. Çocuk ayaklarını sürüyor, zor adım atıyordu. Kadın onu omuzlanmış gibiydi. Bunu gören kişi, çok üzüldü ve bir anne olarak bu kadının ne kadar yıprandığını düşündü.
Anne, yürürken oğlunu daha da bir kavradı. Ona baktı ve gülümsedi. Uzun yıllardır yatağa mahkûm olan oğlu, son birkaç yılda uygulanan tedaviyle artık yemeğini yiyebiliyor, tuvalete gidebiliyor ve işte böyle ara sıra dışarı da çıkabiliyordu. Kadın, tekrar oğluna baktı ve onun hafifçe tüylenmeye başlayan yanağından gülümseyerek sevgiyle öptü.