‘Ben, Zümrüdüanka’yı bu yolculuk için uygun bir yoldaş mı diye düşünürken meğer o da benim için aynı şeyi düşünüyormuş. Beni değerlendirmeye almış, uygun bulmamış ama bu yola çıkmaya niyetli başka biri de olmadığı için hiç yoktan iyidir diye düşünerek, benimle yola çıkmaya rıza göstermişti.
Sonra onunla daha yakından tanıştık. Artık yalnızca şafak sökerken alacakaranlıkta konuşmuyor, istediğimiz her zaman görüşebiliyorduk. Yaşadığımız yerler arasına yaptığımız yeraltı geçidi bizi birbirimize getirmek için yeterliydi. Birbirimizi görmek için kanatlarımızı hiç kullanmadık. İlk olarak onunla aramızda yeni bir lisan oluşturmaya çalıştık. Bu öyle bir lisan olmalıydı ki ancak ikimiz konuşmalı ve ikimiz anlamalıydık. Zümrüdüanka dedi ki: Bizim lisanımızı Kalim de bilsin, yoksa yaşadıklarımızı ve sözlerimizi nasıl yazacak? Onu haklı buldum ve bu lisanı Kalim’in de öğrenmesi için çalışmaya başladık.
Yol için hazırlıklarımız sürüyordu. İyi bir hazırlık yapmak istedik çünkü yolculuğun neler getireceğini bilmiyorduk. Kanatlarımızı güçlendirdik. Ayaklarımızı güçlendirdik. Ben o süreçte Zümrüdüanka’yı tanıdıkça gördüm ki o beni yolculuğuna ve yoldaşlığına uygun görmemekte, bu konuda yaşadığı tereddütlerde sonuna kadar haklıymış. Çünkü onun göklerde yükseldiği yerler, kanat vurduğunda aldığı mesafeler, benim hayal edebileceğim mesafeler değildi. Biz bu yolculuğa böyle çıktık.
Halkım beni aralarındaki en bilge kişi olarak kabul ettiklerinde, ben onlara bende gördükleri her şeyin, yaptığımız yolculukta Zümrüdüanka’dan öğrendiklerimin kırıntıları olduğunu söyleyemedim. Söyleseydim, masallara ait olduğu sanılan bir kuşla yolculuk yaptığını söyleyen bir deli olmakla suçlanacaktım. Söylemedim bunu ve deli yerine veli, mecnun yerine bilge olarak adlandırılıp toplumum içinde kabul gördüm. Söylediğim her söz çevremi etkiledi, bu yüzden ben de önemli olanın meramımı anlatmak olduğunu düşünüp sınırlı bir ufka ve bilgiye sahip olanların dünyasını zorlamadım.
Zümrüdüanka, ben bu satırları, senden habersiz, Kalim’le baş başa kaldığımız zamanlarda, bir gün belki sen de okursun diye yazıyorum. Çünkü evet, ben bir gün öleceğim ama sen küllerinden doğma kabiliyetine sahipsin. Acaba öyle bir gün gelir mi, acaba bu mümkün olur mu?’
…
Zümrüdüanka’nın gözlerinden iki iri damla yaş yuvarlandı ve o yaşları Rade’de gördü.
Rade dedi ki:
- Aşk konusunda ne düşünüyorsunuz?
- Bu konuda bilgeler çok şey söylemişler.
- Ben bilgelerin değil sizin düşüncenizi soruyorum.
- Ben, dedi Zümrüdüanka ve yutkundu, başını eğip sustu.
Zümrüdüanka, ömrü boyunca bir şeyin eksikliğini hissetmişti. Sanki bir organı, sanki bir kanadı eksik gibi… Adını koyamıyordu bunun; belki de içten içe biliyor da kendine itiraf edemiyordu. Çünkü varlıklar içinde hiçbirisinin ömrünün herhangi bir dönemini, geriye dönerek bir kere daha yaşama hakkı yoktu. Öyleyse geri dönülmeyecek dönemlerde yapılan ve an itibariyle değiştirilemeyecek şeylere takılıp kalmanın, bu şeyler için üzülmenin bir anlamı yoktu. Nasıl ki ekilen buğday tohumlarını, ‘Yanlış yaptık!’denildiği anda tarladan toplayıp torbaya doldurmak imkânı yoksa geriye yönelik eylemleri de yeni baştan yapmak imkânı yoktu. Yapılan her eylemin sonuçları, öyle ya da böyle ortaya çıkıyordu.
Vahşi insanların, kendilerini son deme yakın hissettiklerinde yaptıkları bir nağme vardı: ‘Dönülmez akşamın ufkundayım vakit çok geç.’ şeklinde. Evet, her geçmiş tarih oluyor; geleceğin geleceği de bilinmiyor; geriye düzgün değerlendirilmek için yalnızca yaşanan ‘an’ kalıyordu. Doğru yaşanmış ‘an’ların toplamı olarak ‘doğru yaşanmış bir hayat’ ortaya çıkıyordu.
Rade, Zümrüdüanka’nın yere serilen kanatlarına, tükenmişlik duygusuyla kıvranışına, gözlerindeki yorgunluğa baktı ve hüzünle seslendi:
- Zümrüdüanka, kendini çok hırpalıyorsun.
Zümrüdüanka içten içe hıçkırıyordu ve o halini kimse görmesin istiyordu. Toparlandı ve dosyayı kenara bırakarak yakın bir subaşına doğru yürümeye başladı. İçini ferahlatmaya ihtiyacı vardı, kana kana içmek istiyordu.
Aşk üzerinde düşündü Rade, aynı anda Zümrüdüanka da aşk üzerinde düşünüyordu. Bir kuş için tek başına anlamı olmayacak bir sürü şey, grup olduklarında sürü psikolojisi ile anlamlı olur. Yapılan şeylere anlam katmak için gerekliydi aşk. Bir miktarı olmalı mıydı ya da bir miktarı var mıydı aşkın? Bunu ikisi de bilemezdi, esasında kimse bilemezdi.
Bir anlam yüklenmeden yapılan işler, yapanı birkaç kat fazla yorar. Anlam yüklenen, sonrası veya sonu itibariyle değerli bir hedefe ulaşacağı varsayılan her meşgale ise bir yandan gücü harcayıp yorgunluk verirken diğer yandan, güç üreterek eylem sahibinin aynı aşk ve şevkle yaptığı işe devam etmesini sağlar. Yaptıklarına bir anlam vererek yaşayanlar, gerçekte yaşlanmak nedir bilmezler, kenara çekilmezler çünkü hep yapacak işleri vardır. Yapacak işi olanınsa yaşamak için sebebi vardır.
Anlam…
Her varlığın tek başına yaşadığı değişimlerde öncelik belli oranda iradeye ait olduğu için her canlı her zaman daha iyi olmak gaye ve kastı ile değişim ve dönüşüm geçirir.
Her varlık, her an ve her durumda iki yol ve iki yön olduğunu bilir. Her varlık bunları kendi bulunduğu yere göre değerlendirir. Tabi esas yön, varlığın kendinden yukarıya ve kendinden aşağıya olan yönleridir. Her varlık her an her şey için iki tercihten birini yapmak durumunda olduğunu bilir. Kararsızlık ve imkânsızlık üçüncü bir yol veya tercih gibi algılanansa da değildir.
Zümrüdüanka, okumaya devam etti.
Ey sevgili!
Ey candan aziz olan!
Belki de sensin şu anda satırlarımı okuyan…
Bilesin ki zamanın değişmesiyle yalnızca alet, edevat ve eşya değişmez; gerçekte her şey değişir. Çünkü davranışlara yön veren ‘bilgi, duygu, algı vs.’ eşya ve varlıktan etkilenerek bir sonuca ulaşır. Dolayısıyla varlıkta değişimler oluştukça yani gelişmeler oldukça şuurlu olan her varlığın eşyaya ve hayata bakışı da değişecektir.
Bu durum, irade sahiplerinin yönelişlerinde ve kararlarında etkilidir. Verilen hükümler, varılan kararlar da buna göre değişir. Belki değişmeyen şey kanatlılar âleminin fıtrî doğruları ve yanlışlarıdır. Bunlar eşyadan ziyade varlıkların yapısıyla alakalı olduğundan, fıtrat bozulmadıkça bu hususlarda bir değişme olmaz. Ancak fıtrat bozulduğunda, kuşlardan herhangi bir türü, bir başka kuş türünün ölmesini isteyebilir. İnsanların bu anlamda fıtratları zaten bozuk olduğundan, onlar hem başka insanları hem de kendi çocuklarını bile doğmadan veya doğduktan sonra öldürebiliyorlar. Doğrusu, bu insan denilen vahşilerin durumu, acıkınca kendi yavrularını yiyen bazı hayvanlardan hiç de farklı görülmemelidir. Belki daha da cani ve vahşicedir çünkü hayvan yavrusunu ölmemek için yerken, insan geçim sıkıntısı yaşatacağı veya yaşam tarzına engel olacağı düşüncesiyle bu cinayeti işlemektedir. Ya da yalnızca güçlü olduğunu ispatlamak için.
- Zümrüdüanka, dedi, Rade, burada söz edilen sensin değil mi?
- …
- Bu yazılanlar sana bir şey hatırlatmıyor mu?
- Hayır, hatırlatmıyor. Esasında benim ömrüm hep yolculukla geçti. Kimi kendi içimde kimi de dışımdaydı. Şu anda kaç yolculuğa çıktığımı kendim bile tam olarak bilmiyorum. Hangi yolculuğumda yanımda kim vardı, yalnız mıydım, nereye gittim ve şimdi neden buradayım? Bunları merak ettiğini biliyorum. Ama vereceğim cevaplara dayanabileceğinden emin değilim.
(Devam Edecek...)