Zümrüdüanka, kendi başına yaşamaya, tek başına konuşmaya, kendi kendisiyle tartışmaya, yalnız yürümeye ve belki en kötüsü de yalnız ağlamaya öyle alışmıştı ki şimdi birisinin çıkıp dostluğuna talip olması, sanki ona fazladan şeyler söylenmiş, ondan fazladan ve çok zor şeyler istenmiş duygusunu uyandırmıştı.
Belki başkası ya da yıllar önceki kendisi olsaydı, ‘dostluğunun kıymetinin bilindiğinin’ ifadesiyle yönelen bir tavır karşısında ‘tav’ olurdu. Tabi bu tav olma neticesi, samimiyeti sebebiyle tam da kullanılacak hale gelirdi.
Onun bu yanını bilenler, onu hiç kullanmışlar mıydı?
Çok, hem de nasıl.
O bu durumdan hiç gocunmuş muydu?
Hayır, asla.
O yıllarda, bazen zorlansa bile, her ne yapmışsa bunları yapılması gerekli şeyler olarak görmüş ve yapmıştı. Tabi o zaman için böyleydi bu.
Şimdi?
Şimdiyse, geçmişti kendisine yönelenlerin çoğunun, ondan beklediklerinin ve onun yaptıklarının onda birini bile geri onun için veya bir başkası için yapmaya asla niyeti olmayanlar olduğunu görüyordu.
Bunlar, çevreye adeta ‘Benim için herkes bir şeyler yapmalı.’duygusunu veren insanlardı. Fakat kendileri kimse için kıllarını kıpırdatmazlardı.
Asalaklar, soysuzlar, soysuzlar, diye mırıldandı Zümrüdüanka.
İşte yine kendisiyle konuşmaya başlamıştı.
O zaman ‘doğru ve gerekli’ diye yaptığı şeylerin çoğunu hatta belki hiçbirini şimdi yapmazdı. Acaba diğerleri bunu önceden mi biliyorlardı yoksa kendisi onlardan gördüğü vefasızlıklar sonucu mu bu hale gelmişti? Öyle şeyler aklına geliyordu ki bazıları için yaptığı bazı şeyler sebebiyle kendisi çok zorlanmış hatta hastalandığı bile olmuştu. Kendisinin yaptığının çoğunu, onların öz kardeşleri bile yapmazdı, yapmamıştı da zaten.
Kalabalık ve gürültü içinde dahi Zümrüdüanka sanki sessiz bir yerde gibi düşünebiliyordu. Zihninin düşündüğü kısımlarla ilgili sisleri açılmıştı ama hafızanın burasının aydınlanması ancak ondaki üzüntüyü artırmıştı. Hâlbuki istiyordu ki kendisini üzen şeyler seçilerek unutulma çukuruna atılsın, eğer varsa geçmişten sevindiği, mutlu olduğu ne varsa onları hatırlamak istiyordu.
Var mıydı?
Olsun istiyordu.
Yoksa koca ömrü böyle mi geçmişti. Eğer öyleyse gerçekten üzülecekti.
Acaba şimdi, hepsini hatırlamadığı, fakat bilinçaltı denilen bir özellik sebebiyle mi kendisi, dostluğuna talip olana, olumlu yönelmek istememişti.
İşte yine can sıkıntısıyla midesi bulanmaya başlamıştı. Gözleri kararıyor, zemin sanki ayaklarının altından kayıp gidiyordu. Yaşadığı bulantı çevresindekilere duyduğu tiksintilerden kaynaklanıyordu. Böyle olsun istemiyordu ama öyleydi işte.
Eski yıllarda isterdi yanında birileri olsun, yaptıklarını paylaşsın, düşüncelerini kendileriyle konuşsun ve istişare etsin. Olmuş muydu? Belki olmuştu. Olmuştu da ne olmuştu. Neden şimdi bu kadar derin bir yalnızlık hissediyordu. Bunu kendisi mi istemişti. Galiba kendisi istemişti. İnsanların bilgeleri, hemcinslerine, seviyelerine uygun insanlarla düşüp kalkmaları için ‘Kuş, emsalinle uç.’derler. Zümrüdüanka, kendisine bir emsal bulabilmiş miydi? Aramış mıydı? Onunla birlikte uçabilecek, onun kanatlarının gücüne sahip, onun kadar coşkun bir sevgiyle dolu, onun kadar adanmış kimi bulabilecekti?
- Ben, diye düşündü, kendi hicretimi yaşamak zorundaydım, bedeli elbette çok ağır oldu. Hicret için yola çıkan yolu mu, yoldaşı mı öncelemeli düşünmeye bile vaktim olmadı ki.
DEVAM EDECEK...