Bir Zümrüdüanka Hikâyesi - 1-2
KIRMIZI İNCİLERİN BEDELİ (Devamı)
3. BÖLÜM
Kendini düşünmek istemiyordu Zümrüdüanka. Boş kalmaktan ödü kopuyordu. Boş kaldığı anda zihninin gerilerine itelediği aynı düşünce, karanlık bir gecede, üstüne projektör tutulmuş gibi bir anda ortaya çıkıveriyordu. O anda çok acı çekiyordu ve bunu kimselere söyleyemiyordu. Yaşadığı her şey için ‘Neden?’ sorusunu soruyor ve susuyordu. İlk ‘kırmızı inciler’ o zaman oluşmuştu. Ondan sonra ise bu inciler büyüdü ve arttı.
Sonra o gün geldi. O her şeyi sarsan, her şeyi dağıtan gün… İkiyüzlü, narı ve nuru sinesinde gizleyen gün geldi. Esti, yağdı, kavurdu, dondurdu. Ortada, sahip olunan ve ait olunan hiçbir şey kalmadı. Zümrüdüanka da savruldu, kar, yağmur, dolu altında kaldı, yandı, dondu. Gözlerine yerleşmiş cam parçaları tüm bunlara dayanamadı. Çatladı, ince ince kırıldı, sonra soğuk ve sıcağın ani etkisiyle tuz buz oldu, döküldü, gitti. Gözlerini açtığında, kendine, ayaklarına, kanatlarına baktı.
- Allah, Allah, dedi hayretle. Senelerce kanatlarında, ayaklarında sürüyüp durduğu ağırlıkların hiçbiri yoktu. Baktı, daha önceden gördüğü, kanatlarını sararak açılmasına mani olan, ayaklarına dolandığı yerlerin bile izi yoktu.
- Acaba öyle bir şey hiç mi olmamıştı?
- Acaba tüm bunlar, bu olanlar, ağırlıklar, ipler sanmalar, aitlikler ve sahiplikler, onun sanılarından ibaretti?
- Ne olursa olsun, dedi ve gülümseyerek baktı kanatlarına ve ayaklarına. Kanatlarını germeye başladı ve gerebildiği kadar gerdi.
Zümrüdüanka kanatlarını gerdi gerdi, kendisi de şaşırdı gördüklerine. Aradan geçen zamanı hatırlamıyordu ama çok uzun zaman olmuştu ki kanatlarını böyle gerememişti. Eski günleri hatırladı, kanatlarını şöyle bir gerip çırpmaya başladığı anda, başka herkesin belki aylar içinde alabildiği mesafeyi kısa sürede geçip gidişini hatırladı.
Kim, ne zaman, nasıl bağlamıştı, kanatlarına ve ayaklarına, senelerdir kendisiyle birlikte sürükleyip durduğu ağırlıkları. Vurulmuş, tekrar tekrar vurulmuş, kan kaybından halsiz düşüp yere inmiş ve ardından kendinden geçmişti. Kendisinden geçmiş ve ayılıp ayağa kalktığında ise kendisinden daha ağır gelen ağırlıkları görmüştü. Soramamıştı kimseye:
- Bunu kim bağladı?
- Bunu neden bağladı?
- Bu ne zaman çıkacak?
- Bunu bağlamaktan maksadınız ne?
Bunları soramadı Zümrüdüanka çünkü çevresindeki herkes tıpkı kendisi gibi ağırlıklarını sürüyerek dolaşıyordu. Üstelik mutlu görünüyorlardı. Acaba gerçekten mutlular mıydı? Yoksa öyle mi görünmeye çalışıyorlardı? Bunu anlamak için daha uzun zaman geçmesi gerekiyordu? Acaba onlar da kendisi gibi vurulup yere düştükten sonra burada aynı şekilde mi kalmışlardı?
Beli çatırdatan, dizleri yorgun düşüren, gözleri fersizleştiren uzun zamanlar…
Tüm bunları düşünürken kanatlarını tekrar tekrar gerdi. Zümrüdüanka her gerişinde, kanatları, tıpkı eski günlerdeki gibi daha da bir açılıyordu. Elbette onca zamandır yaşadığı hareketsizlik sebebiyle kanatlarını biraz tutuk hissediyordu. Kanatları Aydın efelerinin yeleklerinin omuz süsü gibi omuzlarından aşağı sallanıp durmuştu yıllarca. Kanatlarına baktıkça hissettiği acıyı, çevredeki herkesin de aynı durumda oluşuna bakarak hafifletmeye çalışmıştı.
Hafifletebilmiş miydi?
Asla, hiçbir zaman
Yalnızca içinde bulunduğu şartlara uyum sağlama çabası olmuştu yıllarca.
4. BÖLÜM
- Bizi dinle, diyenleri, dinlemeye çalışmıştı.
- Böyle olması gerekiyor, demişlerdi.
- Böyle olması gerekiyor, demişti.
- Başka ne yapılabilir ki, demişlerdi.
- Başka ne yapılabilir ki, demişti.
- Gördüğün gibi herkes böyle, demişlerdi.
- Gördüğüm gibi herkes böyle, demişti.
Ama söylediklerini kulakları duysa da gönül kulağı duymuyordu. Kendi gönlünü teskin etmekte çaresiz kaldığı için, içinden yükselen sesleri duymamak için her yolu deniyordu.
Çok meşguldü, çok yoruluyordu, düşünmeye, kendini, hayatını, içinde bulunduğu şartları değerlendirmiyordu. Daha doğrusu değerlendirmek istemiyordu. Bu istek sebebiyle, zamanını tamamıyla dolduruyordu. Zamanın çok dolu olması, hayatın gerçekten dolu dolu yaşandığı anlamına gelmiyordu. O da bunu biliyordu.
Kanatlarını yeniden bir daha gerdi.
Ayaklarına baktı.
Ayakları, onu, geçmişe götürdü. Ne kadar güzel yürürdü. Endamı, kanatlarının ışıltısı, ne kadar güzeldi. Ne kadar çok hayranı vardı. Ne kadar hayran göz, ona, umutsuz umutsuz bakardı. Bir bakışı, iltifat dolu bir sözü için niceleri hayatlarını önüne koymuştu. Beklemişlerdi. Duymak istedikleri cümle:
- Ben, bu yolculuğa seninle çıkıyorum, cümlesiydi. Ne kadar çok kimse, bu cümlede geçen ‘sen’ olmak istemişti. Ne kadar çok kimse bu cümlede geçen ‘sen’ olamamıştı.
Zümrüdüanka hafızasını zorladı.
Peki, kendisi bu cümleyi, kime söylemişti.
Vurulup durduğu, vurulup düştüğü o yolculuğa kiminle çıkmıştı. Yol arkadaşı neredeydi ve kimdi? Şu anda hiçbir şey hatırlamıyordu. Zihnini zorladı. Düşünüyordu:
- Ben bu zor yolculukta, tekrar tekrar vurulma pahasına öne düşmüşken, o, ne yapıyordu, ne yapmıştı? Mesela, neden kendisini, ona siper etmemişti.
Poyraz vurmuş, dolu kırmış, buz dondurmuştu ama o zihnini zorlayarak hatırlayabildiği kısımda, kendisine siper olan kimseyi hatırlamıyordu.
Yalnızdı.
Çok yalnızdı.
Üstelik hep yalnızdı.
Hatta kalabalıklar içinde daha da yalnızdı.
Şimdi, hafızası, o döneme dair her şeyi silmişti. Sanki bazı yerleri silinmiş ya da makaslanmış bir film gibi hatırlıyordu, hayatının bazı bölümlerini.
Bu durum, zihninin bir oyunu muydu?
Neden ıssız bir yerde yetişmiş, bir hudayinabit gibiydi. Özel oluşu ve tüm güzelliği, tertemiz bir toprakta, yalnızca tertemiz yağmur sularıyla yetişmesinden olmuştu. Tatlı esintiler yönlendirmiş, gün ışıklarından almıştı rengini.
Kanatlarını bir daha gerdi, günışıklarının aksiyle parlıyordu tüylerinin her biri. Hafızasının tüm oyunlarına rağmen –çünkü arada silinen yerleri düşündü ve-
- Çok şükür, dedi, bugünüme, bu halime, çok şükür.
En azından artık kanatları ve ayakları bağlardan kurtulmuştu. En azından artık tüyleri gün ışığında, yeniden bin bir renkle parlıyordu. En azından tüm o süreçten sağ salim çıkmıştı. Evet, yaralarının izlerinde zaman zaman derin bir sızı hissediyor ve hiç kimseye soramadığını kendisine soruyordu:
- Ben, nerede yanlış yaptım?
DEVAMI : Bir Zümrüdüanka Hikâyesi -5