Aşağıdaki yazı "Geleneksel ve Modern Hurafeler Kıskacında KADIN" isimli kitabımızdan alınmıştır
GELENEĞİ OLUŞTURAN VE TAŞIYAN “TAKMA BACAKLAR” VE BUNLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ
Bunlarageleneğin temel ölçüleri ve gereken yere taşınan, konum ve şekil değiştirenayakları da diyebiliriz. Buraya örnek olarak alıntılayacağımız görüş vehikâyelerden çok, bu görüş ve hikâyelerin neye işaret ettiği, neyi murat ettiğive bu hikâyelerin nakli ile nasıl bir şey beklendiği konusuna dikkat edilmesigerekir.
Dişi Kuş
Kadınlarla ilgili kitaplar, dergiler hatta müstakil yazılar, çok garipbir şekilde sanki ağız birliği etmişçesine kadın konusuna girerken, çok önemlibir methiye imiş gibi derhal bu atasözü ile bu konudaki görüşlerini ortayakoyarlar:
"Yuvayı dişi kuş yapar"
Bu cümleyiokuyan kadın, mutlu bir tebessümle geriye yaslanır, çünkü kendisi taltifedilmiştir, yuva gibi “Allah evlerinizi sizin için huzur ve sükûn mahallikıldı.”(Nahl Sr:80) denilerek kutsanan bir mekanın imarı ve ihyası kendisinetevdi edilmiştir!?
Yaslanmasın!!!
Çünkü aynıatasözünü okuyan ve yazan erkek, aynı sözden “aile, eş, çocuklar, eğitim, bakım, yetiştirme vs. gibi”pek çok sorumluluğunu, bir anda “dişi kuş” olarak tanımlanan eşinin üzerinedevretmenin/yıkmanın rehavetiyle o da gülümser ve geriye yaslanır.
Bununsonucunda evlenip çocukları olduğu halde, bir türlü bir aileye erkek(kavvam/rical) , karısına koca, çocuklarına baba olamayan bir adam ortayaçıkar. Çünkü kendisi “dişi kuş” olmadığına göre ve “Yuvayı dişi kuş yapar”denildiğine göre, üstüne elzem olmayanı üstlenip neden kendisini yoracaktır?!
Tabi kadınınaklına:
“Yuvayı dişikuş yaparken, erkek kuşlar nerededirler, ne yaparlar, neyle uğraşırlar?” gibibir soru pek gelmez. Gelse de nasılsa verilecek birkaç uygun cevap ve bulunacakbirkaç mazeret her zaman olacaktır. (Zorlanıyorlarsa bana müracaat etsinler, üçbeş tane naklederim.)
Sözün doğrusu: “Yuvayı iki kuş yapar” şeklindedir. Çünkü gördüğünüz yerde inceleyiniz,öyledir. Yoksa tek kuş ne yuva yapar, ne yumurtlar, ne yavrular ne de oyavruları büyütür. Çünkü bu mümkün değildir.
İnsanhayatında da bu imkânsızlık vardır. Bu bazen böyle sözlerle görev devriylebazen bırakılan boşluğun boş kalmasıyla bazen de en uygunsuz kimselertarafından doldurulmasıyla sanki giderilmiş gibi görünüyor.
“Ben Muhammed Kızı Fatma’yım”
Rivayete göreEfendimiz asm, kızı Fatma’ya cennetteki komşusunu görmek isteyip istemediğinisorar. O da elbette görmek istediğini söyler. Babası ona bu kadının kimolduğunu söyler ve Fatma annemiz de onu görmeye gider.
- Kim o?
- Benim Muhammed’in kızı Fatma
- Fatma geleceğini bilmiyordum, yarın gel de eşimden sanakapıyı açmak için izin isteyeyim.
Fatma annemiz döner, çünkü kadının kocası evde değildir. Ertesi gün yine gelir kapıya:
- Kim o?
- Ben Muhammed kızı Fatma’yım.
Kadın kapıyıaçar ama bir de bakar ki yanında annemizin oğlu da bulunmaktadır. Bu sefer derki:
- Fatma, ben eşimden yalnız senin için izin almıştım, yarın gel de oğlun için de izinalayım.
Annemiz yine döner.(Efendimizin vefatında annemizin büyük oğlunun dokuz belki en fazla on yaşında olduğunu hatırlatmamız, hikâyeyi değerlendirme açısından faydalı olur diye düşünüyoruz.)
Annemiz ertesigün yine gider. (Bir mevzuata takılmış resmi dairelere gide gele, anasındanemdiği süt burnundan gelen vatandaşlarımızı hatırladık. Nedense!?)
Aynı şeyler tekrar edilir ve kapı açılır. Neredeyse hiç eşya bulunmayan bir evdir. Evde güneş ışığının düştüğü yere bir kap su ve biraz da ekmek konulmuştur. Annemiz sorar:
- Neden ekmeğini güneşe koydun?
- Eşim çobandır, o kurumuş ekmek yerken ben yumuşak ekmekyemek istemedim.
- Suyunu neden oraya koydun?
- Eşim güneşte ısınmış su içerken ben soğuk su içmekistemedim.”
İşte cennetlik kadın budur. Mesleğimi hatırlayarak, bu hikâyeden çıkardığımız dersler nelerdir diye bir soru sormayı zaten gereksiz buluyorum, çünkü bu hikâyeden çıkarılması gereken dersleri de çıkararak kadınların önüne koyan bol miktarda zevat bulunmakta.
Biz, bir kadının, kapıya gelen bir kadın için –gelen bir peygamber kızı- kapıyı açmamasının; henüz sabi bir çocuğu bile –üstelik bu bir peygamber torunu-eşinden izinsiz ve habersiz eve almamasının; üstelik bunun cennete sebep bireylem olarak görülmesinin sorgulanmasını, bununla verilmek istenen mesajın kadınları düşürdüğü konumun düşünülmesini istiyoruz. Kapıyı açamayan, eve kimi alacağını, kiminle görüşeceğini bilemeyen bir kadın! Bu en çok kimin hoşuna giderdi dersiniz? Ben bilmiyorum, siz söyleyin.
“Efendi Kiminle Görüşeyim?”
Hikâyeye göre güya Nasreddin Hoca istemediği bir evlilik yapar. Karısı ilk halvetlerinde sorar:
- Efendi kime görüneyim?
- Bana görünme de kime görünürsen görün, der
Tabi bizim hikâyemiz/rivayetimiz bu değil. Bu çok masum bir eleştiri olsa gerek, biz detebessüm edip geçiyoruz. Tebessüm edemediğimiz, gerisinde haksızlığın ve zulmün barındığını düşündüğümüz rivayet ise şöyle:
“Bir kadınevlenir ve ilk yalnız kaldıklarında kocasına sorar:
- Efendi kiminle görüşeyim?
Adam, hanımına ailesinden kimlerle görüşüp görüşemeyeceğini söyler. Buraya kadarı normal, çünkü hiç kimse eşinin ailesini, sülalesini eşi kadar bilmez. Bu sebeple böylebir soruyu iki taraf için de anlamsız bulmuyoruz. Ancak, bundan fazlasını doğrubulmuyoruz, biz kadınların, kadın olarak kimlerle arkadaşlık edeceğine, kimlerle arkadaşlık etmemesi gerektiğine, kimlerden kendisine zarar gelebileceğine karar verecek kadar akıllı olduğunu düşünüyoruz.
Ancak bundan sonra gelecek soruya dikkat edilmesini istiyoruz:
- Annem, babamne zamandan ne zamana gelsinler?
Bu ‘tenbihülgafilin’, veya ‘mürşid-i müteehhilin’ onayındaki hikâyenin yol göstericiliğinde artık anlıyoruz ki o anne-baba da evlendirdikleri kız çocuklarının yüzünü dahi damat efendinin lütfu ve izni oranında göreceklerdir. Takvaya bakın takvaya!?
Biz evlenen gençlerin birbirlerine alışması için onlara süre verilmesini, yardımcı olunmasını, iki taraf anne-babanın da “hala tık tık”tan kaçınmalarını her zaman söylüyoruz, ancak bu bir tarafın keyfiliğine bağlanmış bir durum kesinlikledeğildir.
Neyse olayadevam edelim.
Yeni damat uygun bulduğu süreyi karısına söyler ve o da ailesine iletir.
Aradan çokuzun bir zaman geçer, adam eve gelir bakar ki evde kendisinden habersiz veizinsiz olarak bir kadın bulunmaktadır. Hemen karısına sorar:
- Bu kim?
- Annem.
Adam yıllardır evli olduğu kadının annesini, yani kayınvalidesini tanımıyor. Adam kadınlardanbu kadar da uzaktır. Bak bak bak sen şu takvaya bak?!!!
Ortada iyi ki Hz. Peygamberin kızı Fatma Annemiz ile olan yakınlıkları var. Yoksa birileri bizetakva diye taşları yedirecekler. O her sabah önce kızını görürdü. şehirden çıkarken en sona onunla vedalaşır, gelince önce onu görmek isterdi. O gelince ayağa kalkar, alnından öper, ellerinden öper, bağrına basar ve yerini ona verirdi. Bir anneyi ve babayı güya takva adına evladından hangi insafsız, birbaşka insafsızın hevasına terk hakkına sahiptir? Bunu neye dayanarak iddia edebilirler? Bir zaruret yoksa insanların yakınlarını görmelerine, infakta anne-babayı ve akrabayı öncelemeyi emreden Kitap’ın neresine dayandırabilirler?Biz Kitabımızda öyle bir yer bilmiyoruz. Kitab’ın onaylamadığı rivayetlerinizde sizin olsun, güle güle kullanınız.
Yaş(l)anmayan Hikâyeler
Kur’an’a göre açıklaması, tasdiki söz konusu olmayan, evliya ve ermiş hikâyelerine yerleşmiş, pek çok unsur da “halk islamı=atalar dini=gelenek dini” dediğimiz manzumeiçerisinde yer almaktadır. Bunlar belki masal, hikâye gibi değerlendirilsesorun daha az olacak, ancak buradaki görüşlerin neredeyse ayet gibi algılanması toplumsal hayatı şekillendirmekte kullanılması da pek çok kimsenin vakıf olduğu bir gerçektir.
Bunlara dabirkaç örnek verelim:
“Hayatı ölümünden yüz elli sene sonra kaleme alınan Rabia ile ilgili hikâyeler bunlarınen meşhurlarındandır. Mesela Rabia yalnızca Hasan Basri’ye karşı örtünüyor,bunu ona soranlara ise, “Diğerlerini erkek suretinde görmediğini”,(ne olarak gördüğü hep merak konusu), bazılarını ise hayvan şeklinde gördüğünü söylüyor. Bazıları ise onun örtüsüz oluşunu cariye oluşuna bağlıyorlar, özgür bırakıldığını hatırlatmak istemiyorlar.
Şimdi birileride çıkıp, “Ben de kimseyi erkek suretinde görmüyorum, bu sebeple örtüye gerek duymuyorum” derse, bu dediğinin yanlışlığını ona nasıl ve neye dayanarak söyleyebiliriz.
Beşeri=cismani aşkın anlamsızlığını, ömürsüzlüğünü ve geçiciliğini ifade etmek için, göz çıkarmadan, kol koparmaya kadar, binlerce anlamsız, mesnetsiz, tekrarlanamaz, uygulanamaz, tavsiye ve telkin edilemez, doğru olmayan masal unsurları, bu tip kitaplar içinde yerini almış durumdadır. Sosyal hayatta ise nasların yerine oturmuşlardır.
Yine Rabia’nınbir duası vardır: “Allah’ım beni Sen’den başkasına muhtaç etme” şeklinde. Hâlbukibu duanın aynısı yapan Hz. Ali Efendimize, Sevgili Efendimiz:
-“Ey Ali sen ölmek mi istiyorsun?” şeklinde önce mantığını düzeltti, sonra
- Allah’ım beni namerde muhtaç etme” şeklinde dua etmesini öğrettiği herkesin bildiği birgerçek olduğu halde, bu hikâyeler anlatılmaya, okunmaya, okutulmaya devamedilir.
Mantık olgusu ve örgüsü Kuran’a göre şekillenmeyen insan, en azından selamlaşmak için, gülümsemek için, sevmek için, nesil için, öğrenmek için, toplu yapılabilecek ibadetler için, zekât için ve tüm diğer beşeri gereksinimlerimiz için insanın insana muhtaç olduğunu hatırlamıyor. Bu konuda ümmi=kirlenmemiş mantığın algısı daha doğru ve gerçekçi:
“Ağaç kapıaltın kapıya, altın kapı da ağaç kapıya muhtaçtır.”der.
İsa Peygamberve Musa Peygamberlerden başlamak üzere adı bilinen tüm önceki peygamberler ve hikmet sahibi insanlar ve tarihin meşhurları da bu masal dünyasında yeralmışlardır. (Bizim asıl konumuz kadınlar olduğu için, Kitabını kendisine yastık eden sahabe ile odada Kitap var diyerek saygı gerekçesiyle geceyi uyumadan geçiren Osman Gazi kıyaslamasını; ya sahabe pek muttaki değilmiş demekki(!) ya da Osman Gazi kendisine göre bir takva yolu bulmuş, demek zorunda kalacağımızdan yapmak istemiyoruz; dedik ama esasında yaptık bile.) Bugün de hâlâ kendi iddialarına göre, onlarla görüşenler, konuşanlar, danışanlar, onların isteklerini aracı olarak alıp iletenlerden oluşan hikâyeler/esasında masallar şu anda da bunları yaptığını söyleyenlerden oluşan gerçek bir esatir dünyası bulunmaktadır. Ancak bunlar “esatir-i evvelin” değil, şu anın esatirleri olmuş, yani güncellenmiş durumdadırlar. şu anda yaşanan kadınkarşıtlığının ve aşağılanmasının sebebi uydurmalar ve bu uydurmalar kuşatıcılığı altında gayesinden uzaklaştırılmış, bağlamından koparılmış,bireysel düşüncelerin ispatında kullanılmaktan çekinilmemiş hükümler/ayetler vardır. Ayetlerle oynamaktan, ayetleri gayesinden saptırmaktan çekinmeyen başkaneden çekinebilir?
“Evden Çıkabilir miyim?”
Rivayet şöyle:“ Bir kadının kocası şehirden dışarıya gitmiştir ve giderken kadına “evden çıkma” demiştir. (Bilemiyorum erkekler kadını evden dışarıya çıkarmamakla nasıl bir tatmin, mutluluk yaşıyorlar veya bunu neden yapıyorlar?)
Sonra aynı şehirdeki babası hastalanmış ve kızına haber göndermiştir. Kızı da güya peygambere sormuş, O da kocasının böyle bir isteği varsa evden çıkmamasını söylemiştir. Babanın hastalığı ağırlaşır, adam yine haber yollar. Kadın yine Peygambere sorar, O da yine aynı cevabı verir. Adam öleceğini anlar ve ölmek üzere olduğunu son kez gelmesini, kendisini görmek istediğini söyler ama önceki olanlar aynıyla gerçekleşir ve bu baba aynı şehirdeki kızını göremeden canını teslim eder.
Buraya kadar olsa iyi, güya daha sonra da Peygamber der ki: “Senin kocana itaatin sebebiyle Allah babanın bütün günahlarını affetti.”
Eğer bu bir ihlâs ise, kızın ihlâsı sebebiyle onun yaptığını doğru bulmayan babanın günahlarıneden affedilsin? Kocanın, karısına “Evden çıkma” deme gibi bir hakkı nasıl olabilir? Üstelik bunu peygambere onaylatma tavrını kim nasıl, nereye sığdırabilir? Peygamberin, sıla-i rahim gibi bir farizayı yasaklayan birisinin keyfi görüşünü onayladığı nasıl düşünülebilir? Bu kadın neden evden çıkıp çıkamayacağına ve nereye gidip gidemeyeceğini kendisi karar veremiyor? Evlilikerkeğe böyle bir yetkiyi neden ve neye dayanarak verir? (Kast ettiğimizin, danışarak ve birbirinden haberdar olarak hareket etmek olmadığını yanlış anlamalara meydan vermemek için bir kere daha yineliyoruz.) Kadın neden, nereye gideceğini bilemeyen bir aklı ermez çocuk veya deli konumunda görülüyor, gideceği yer bilgilendirme ve istişareye değil de neden izne dayandırılıyor, biz anlamlı-geçerli-evrensel dinin ölçülerine uyan bir mesnet bulamıyoruz. Yalnız yaşayan bekâr kız ve kadınlar böyle bir durumda, evlilere göre cenneti kazanma açısından daha şanslı sayılmazlar mı? (Çünkü onların razı etmeden cennete giremeyeceklerini öğrendikleri bir kocaları da yok. Yani tek razı etmelerigereken merci Allah cc.)
Kendisi için Mücadele Suresinin giriş kısmı nazil olan kadın sahabe (ayrıca bahsedeceğiz) ve kocalarından Hz. Peygambere şikâyete gelen kadın sahabeler, bu şekilde şikâyetiçin gelmeyi kocalarından izinli mi yapıyorlardı yoksa izinsiz mi? Her namazda ve her gün Peygamber ile beraber oldukları halde, tamamen özel konularda konuşmak için her Perşembe günü O’nunla özel oturumları bulunan bu kadınlar içerisinde, Ebubekir’e sitem edenleri, kızanları, onunla ağlayanları, ona biat etmeyenleri; Ömer’e vahyi hatırlatıp Allah’tan korkmasını öğütleyenleri, ayakta saatlerce onu dikenleri; Osman’ı en sert şekilde eleştirenleri; Ali’ye karşıçıkanları vardı. Yani onlarda da her türlü kadın vardı, bugün de her türlüsü olduğu gibi. Ama onlar hiç suçlanmadılar, görüşleri sebebiyle hiç kınanmadılar,hiç eksik etek olmakla ve üstlerine vazife olmayana karışmakla itham edilmediler, ne şanslıydılar, ne özeldiler, ne güzeldiler; çünkü gerçekten özgürdüler.
Siz ne düşünüyorsunuz ey kadınlar…
Boşal(tıl)an Mescitler
Müslüman dünyaya mensup kadınların tüm hakları, Hz. Osman zamanında başladığı söylenen ve nedense(?) 1400 yıldır birtürlü giderilemeyen(!) “fitne” sebebiyle yavaş yavaş askıya alındı, daha sonrabunların kullanımı mekruh görüldü, devamında da gelenek görenek içinde fiilen haram kılındı. Haram olmadığı bilindiği halde, haram imiş gibi uygulandı ve yaşandı. Fitneden korunmanın bir ölçüsü ve sınırı olmadığı için, bu düşünce eylemde, kadını eve hapsedinceye (adına hapis denilmese de evin erkeğinden izinsiz veya yanında aileden bir erkek olmadan dışarı çıkamamak, hapisdemektir) kadar gidiyordu. Korunulan ve korkulan bu fitnenin neden sadece kadınlara yönelik olduğunu, neden hiçbir erkeğe bu fitnenin dokunmadığını dakimse sorgulamıyor.
Kim nerede nezaman kadınların mescitlere gidemediklerinden dert yansa ve nerede ne zaman bu konu gündeme gelse, mesela kadınların neden asırlardır mescitlere gidemediği sorgulansa; hemen Hz. Ayşe annemize ait olduğu söylenen “şayet Resulullah asm.bu hanımların (zamanımızda) ortaya koydukları davranışları görseydi, İsrailoğulları hanımlarının men edildikleri gibi, onları mutlaka mescitlerden menederdi.” şeklindeki bir söz aktarılarak, kadınların evden çıkmamalarının daha doğru olduğu, yaşasaydı bunu peygamberin de böyle uygulayacağı, peygamberi herkesten iyi tanıyan Ayşe annemizin de böyle düşündüğünü ifade ederler. Kadınların koku kullanmaları sebebiyle böyle diyen Ayşe Annemiz, herkesten iyibilir ki Kur’an, Yahudileşenlerin ibadet yerlerini erkeklere has hale getirmelerini, Rabbimiz, Hz. Meryem annemiz vasıtasıyla yaptırdığı bir inkılâp ile reddetmiştir. Böyle bir durumda Efendimiz en fazla “Kadınlar mescitlere gelirken çok belirgin kokular kullanmayın.”der, ama asla kadınların mescitlere gelmesini yasaklamazdı. Kuran’ın reddettiğini, Efendimizin yaşasaydı yapacağını ve bunu annemizin iddia etmiş olabileceğini kabul etmek, düşünen akıl sahipleri için zor görünüyor. Ancak kadını eve kapatmaya istekli olanlar için bu zorluk hiç söz konusu değil.
Ona ait olduğu söylenen bu söz üzerinden ve Cemel olayını sık sık hatırlatarak, “Kadın evden çıkınca neler oluyor görün” kabilinden bir mesaj verilmeye çalışılarak, Ayşe Annemizinde bu olayı anarak hep ağladığını ifade ederler. Yalnız unuturlar; O, evden çıkmasına ve büyük bir orduyu komuta etmesine değil, -çünkü her zaman çıkıyordu- savaşta ölen/şehit olan on bin kişiye ağlıyordu. Ve unuturlar; Ayşe annemiz ne şâri ne de Nebi’dir. Ve yine unuturlar, dinden bir şeyi çıkarmak ne kadar tehlikeli ise, dine eklenti yapmak da o kadar tehlikelidir. İkisi de–bilmeden de olsa- kişinin kendisini ilahlaştırması olur. Bunu da akil ve fakih olan annemiz elbette çok iyi biliyordu.
Biz biliyoruzki ümmetin ayağa kalkması kadınların, nesilleriyle beraber mescitleri doldurmalarıyla başlayacaktır. İşte onun için ben, kadınlar adına söz veriyorum, kadınlar mescitlere koku kullanmadan gelene kadar bu sözün sebebini anlatacağım. Müslüman kadınlar kucaklarında ve yanlarındaki çocuklarıyla mescitleri doldurunca ümmet ayağa kalkacak dermanı kendisinde bulacaktır. Yoksa kadınların gelmediği/çıkartıldığı yere gelmeye yeni nesiller alışık olamayacaklardır. Ey dindar yasakçılar, bütün kırmızı güller sizin olsun, bize mescitlerimizi verin!
(Geleneksel ve Modern Hurafeler Kıskacında KADIN, Ayten DURMUŞ)