İslami Hayat Dergisi (Sayı:13)
’Allah muhsinleri/işlerini güzel yapanları sever.’
(Bakara Sr: 195)
İnsanın en kolay yaptığı şey, ’bahane’ bulmak ve ’şikâyet’ etmektir. Bunlara sarılan kişi, biraz da ucu kendisine dokunan ’gerçek’lerden kaçmak ve rahatlamak ister. Tutalım ki kişi bunu yapabildi ve kısmî bir rahatlık hissetti. Bu durum, gerçeklerden, yaşananlardan neyi değiştirebilir? Hiçbir şeyi değiştiremeyeceği için, gerçeklerin hissettirdiği sızı, yer altında akan sular gibi gönlün en derin yerlerinde sızlar durur. Her insan, kimseye itiraf etmese de gönül gözünü kör etmediği sürece, kendi adına bu durumun farkındadır.
Herkesin en kolay yaptığı şeylerden birisi de zamanı ve gençleri suçlamak ve onlardan şikayetlenmektir. Bu durum yeni değil, asırlardır böyledir. Neden bilinmez, her nesil sonraki nesli biraz sorumsuz olmakla, ahlâkî anlamda biraz daha bozulmakla suçlar. Mesela Eski Mısır’a ait bir papirüs yazıtında: ’Zaman hızla değişiyor. Ahlâksızlık aldı başını yürüdü. Çocuklarımızın akıbetinden endişe ediyoruz; galiba ahir zamana kaldık.’ deniyor. Yani her kuşak, kendinden gelen neslin yaşayacağı dünya için endişeleniyor. Belki de bu durumu normal görmek gerekiyor. Ancak hatırlanması gereken şey, daha önceki neslin de bugün şikâyet edenlerden şikâyetçi olduğudur.
Peki, insanlar, çocuklardan ve gençlerden şikâyetçi oldukları konularda, doğruyu mu söylüyorlar? Evet. Ancak doğrunun az bir parçasını ortaya koyuyorlar. Haklılar mı? Kısmî olarak...
Doğrusu bu şikâyetlenmelerden önce:
’Benim ve çevremdekilerin, bu durumun ortaya çıkmasında etkimiz ne oldu?’
’Ben bu durumla mücadele için ne yaptım; vaktinde ve gerekli toplumsal sorumluluğumu yerine getirdim mi?’sorularının sorulması gerekir.
Toplumu, tüm ailelerin de içinde yer aldığı büyük bir kazana benzetirsek, bu kazana atılan tuzdan, biberden, kazanın içinde olan her şey etkilenecektir. Başka türlü olacağını sanmak yanlıştır. Insanın şikâyeti ise içinde bulunduğu toplumuna hizmet ve yanlışlarla mücadele adına bir faaliyeti olmadığı zaman; yani,
Herkes yalnızca kendi çocuklarının annesi ve babası olmayı, annelik-babalık görevi anlamında yeterli gördüğünde; toplum kazanından, kepçesine ve tabağına gelene (her zaman) razı olmuyor. Böyle durumlarda insan hemen: ”Bu da nereden geldi?’ (Al-i İmran Sr: 165) der. İnsan fıtratını yaratan, kulunu tanımlayarak insanı kendisine tanıtıyor: ’Biz insana, kendimizden bir rahmet tattırdığımız zaman, ona sevinir. Eğer kendi elleriyle işledikleri sebebiyle bir kötülük dokunursa, insan hemen nankör kesilir.’(Şura Sr: 48) Ya da bazen insanın başına gelenler, yaptıkları yüzünden değil de yapması gerektiği halde yapmadıkları yüzünden gelebiliyor. O durumda da insan hep suçlu arıyor. Hâlbuki bunun cevabı verilmiş: ’De ki: O, kendinizdendir!’ (Al-i İmran Sr: 165) Canımızı yaksa da içimizi acıtsa da cevap bu.
Bir örnek verelim: ”Madde Bağımlılığı Tedavi Merkezinde tedavi gören yirmi sekiz yaşında bir delikanlı, yaşadığı süreci şöyle anlatıyor: ’Liseden sonra bir okul kazanıp gidemedim. Babam sürekli ’İş bul, çalış, iş bul, çalış.’diyordu. Bulduğum işlerden farklı sebeplerle sık sık ayrılmak zorunda kaldım. Babam, işten ayrılmalarım sebebiyle bana kızıyor, annem aramızda kalıyordu. Yine böyle bir akşam, tartıştıktan sonra dışarı çıktım. Mahallemizde, herkesin ’it-kopuk’ diye tabir ettiği, benden birkaç yaş büyük biri vardı, onunla karşılaştık. Beni dinledikten sonra: ’Gel, bize gidelim, boş ver bunları, ben senin kafanı dağıtırım.’dedi. Onunla gittik ve ben yaşadığım sıkıntının etkisiyle verdiği hapı aldım, beni rahatlatmıştı. Önceleri ücretsiz verdi, sonraları daraldıkça istedim, yüksek fiyatlar karşılığı aldım. Evden çok şeyi yok pahasına sattım. Yalnızca hapla da kalmadım, merak sebebiyle başka şeylere de başladım. Annemin ağlamaları, çektiği acı ve o sıralarda tanıdığım, evlenmeyi istediğim bir kızın isteği üzerine tedavi gördüm. Tedaviden sonra evlendik. Önceleri her şey iyi gidiyordu. Bir süre sonra farklı sıkıntılar sebebiyle yeniden başladım. Her türlü uyuşturucuyu kullanarak, kendimi iyi hissettiğim anlar yaşamak istiyordum. Tabi tüm bunların bir bedeli vardı, evde altın, para bırakmadım. Bu arada kızım dünyaya geldi. Bir gün eşim beni karşısına alıp dedi ki: ’Kızın büyüyünce seni baba olarak nasıl tanıyacak? Ya tedavi olmayı kabul edeceksin ya da senden ayrılacağım.’ Şu anda kızım için tekrar tedaviye başladım. Ona iyi bir baba olmak istiyorum, benden utanmasını istemiyorum. Benim gibi kişilerin en büyük yanlışı: ’Ben istediğim anda tüm bunları bırakır hepsinden kurtulurum ama şu anda biraz kötüyüm, bana kendimi iyi hissettirdiği için bunları alıyorum.’şeklinde düşünmeleridir. Hiç kimse müptela olduğunu ve çamura çöktüğünü hissetmez. Herkes, yaşadığı her durum için başkalarını suçlar çünkü başkaları da onları aynı kolaylıkla ve her sebeple suçlamıştır.”
Böyle bir durum için sorulması gereken soru şu:
Kendisini bilgili ve sorumlu görenlerin kaç tanesi, her yerde bulunabilen ve çevresini bataklığa çeken bu kişilerle mücadeleyi gerekli görüyor. Neden feryatlar, sorun kapıya dayanınca, kapıyı kırıp haneyi tarumar edince çıkıyor. Çünkü bu çok gecikmiş bir feryattır.
Acaba bu feryat, eylem haline gelerek, başkalarının çocukları için de aynı şiddetle çıksaydı, felaketler haneyi kuşatmadan önlenebilir miydi? Mesela; ’Rabbinin yoluna, hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.’(Nahl Sr:125) emri yaşansaydı... Bu mücadeleler, muhakkak bir sonuç alacak hale gelemeyebilir ancak bu mücadeleyi yapanlar neden mücadele ettiklerinin de bilincindedirler: ’Rabbinize mazeret için bir de belki sakınırlar.’(A’raf Sr: 164) İşte bu mücadeleleri sebebiyle kötülükler onların hanelerini kuşatamaz çünkü insanların hanelerini ancak Sünnetullah gereği, karşısında sessiz kaldıkları/dilsize döndükleri, itiraz-isyan, mücadele etmedikleri kötülükler kuşatır.
Köprü altı çocukları, evsizler, kimsesizler, yurtlarda yetişen çocukların bazıları, parçalanmış aile çocuklarının bazıları, ilgisiz-sevgisiz aile çocuklarının bazıları, çözüm bulunamayan yoksulluk, evlenemeyen gençler...
Bu durumlar, bu toplumun görünen sorunlarına kaynaklık eden görünmeyen sorunlardır. Bu sebeple ilginin, sevginin, şefkatin, merhametin buralara yöneltilmesi gerekmez mi? Bu konulara, maddi-manevi gücü, imkânı olan kişilerin, derneklerin, vakıfların eğilmesi gerekmez mi? Tüm bunlarla devletin uğraşması gerektiğini düşünmek ve buna inanmak, devletin bunlarla başedebileceği anlamına gelmiyor. Devlet, paralı görevlileriyle ve bazı kurumlarla bu sahalarda uğraşmaya çalışıyor. Fakat bu sahalardaki yaraların tedavisi ancak ’sevgi+şefkat+merhamet+saygı’ karışımı bir merhemle ve muhabbet fedaileriyle mümkündür.
Muhabbet fedaileri....
Yani Yunus’un deyişiyle ’Yaratılanı, Yaratan’dan ötürü’ sevenler,
Yalnızca, Rableri kendilerini sevsin diye sevenler,
Insanlardan ’teşekkür’(İnsan Sr: 9) kelimesi de dâhil olmak üzere hiçbir şey istemeden, beklemeden sorumluluk bilinciyle hareket edenler...
Siz onlardan mısınız?
Siz onlardan olmaya niyetli misiniz?
Milletinizin ve ümmetinizin (ve hatta tüm insanlığın) annesi ve babası olmaya hazır mısınız? (Ümmet, annesi olan veya anne olan, anne sevgisinin, merhametinin ve şefkatinin yaşandığı toplumdur.)
Yanlışa giden her çocuk için ’Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak/ Haykırsam kollarımı makas gibi açarak’(NFK)diyerek gözyaşı dökebilecek misiniz?
Şikâyetçi olduğunuz durumların zekât ve sadakasını ödediniz mi?
Evlat nimetinin, zekâtı neydi, hiç düşündünüz mü?
.........
Bu millet, müslüman olduğu sürece yaşadığı sorunların hiç birisinin çözümü zor değil. Yalnızca sorumluluk bilincine sahip deniz yürekli insanlar gerekiyor ve üstadımız Akif’in ne demek istediğini daha derinden anlıyoruz: ’ ‘Adam ister, yalnız etmeye bir kavmi adam!’
*Her zengin aile, bir yoksul aileyi kardeş aile edinirse toplumdaki yoksulluk sorunu azalır.
*Her zengin aile, bir yoksul genci evlendirirse toplumun iffetinin korunmasına katkıda bulunmuş olur. (Konya’da dar gelirli gençlerin evliliğine yardım için kurulan Gençleri Evlendirme ve Mehir Vakfı’nı anmaya ve örnek göstermeye değer buluyoruz.)
* Bilinçli her kişi, kendi çocukları haricinde başka çocukların yetişmesi için çabalasa, bu durumun kavli ve fiili duası, -biiznillah- kendi çocuklarına da döner.
* İmkânı olan her aile, ya kendi akrabaları arasından ya da kimsesiz çocuklar yurdundaki bir çocuk için koruyucu aile olsa bu durum da yine o aileye bir rahmet olarak döner.
* Toplumumuzun çocuk ve gençlerinden şikâyet edenler, şikâyeti bırakıp ‘Ne yapabilirim?’ hususuna odaklanıp eyleme geçseler, şikâyet edilen her durumun önü alınabilir ve o durum ıslah sürecine girebilir.
*Çocuklar ve gençlerin yanında, onların söylediklerini işitme yerine, ‘dinleme ve anlama’ gayesiyle onlara yaklaşan bir tek kişi olsa ve bu kişi onlara el uzatsa o çocuk ve gençlerin hayatında çok şey değişebilir. İnsanlar muhsin olur. Bu yöntemle yalnızca kişilerin değil tüm toplumun hayatında çok şey değişebilir. Ve ‘Allah muhsinleri sever.’(Bakara Sr: 195; Al-i İmran Sr:134) (Muhsin, her ne iş yaparsa onu en iyi ve güzel şekilde yapmaya çalışan kişi demektir.)
Duruma yakışan bir nalbant hikâyesi var: “ Bir nalbant, atları nallarken bir yandan da yanındaki çırağını şöyle sıkılıyormuş: ‘Oğlum, nalları güzel çivile, yoksa devlet çöker’. Bir, iki derken dayanamayan çırak sormuş: ‘Usta, niye öyle diyorsun, koca devlet bizim nallar yüzünden çökecek değil ya!’ Bilge Usta (yani muhsinlerden olan usta) gülümseyerek çırağına şu cevabı vermiş: ‘Oğlum, sen nalları iyi çivile. Düşün ki bir atın nalı güzel olmadı, devletimiz savaşa girdi, savaş için atlar alınırken bu at da alındı. Savaşta bu ata padişah bindi, savaş esnasında atın nalının bir çivisi düştü, at tökezledi ve padişahı üstünden düşürdü, öldürdü ya da düşman askerleri geldi, öldürdü, diyelim. İşte o anda devlet çökebilir. Oğlum, sen atları iyi nalla, yoksa devlet çöker.”
İşte muhsin olmak böyle bir şey…
Muhsin olmak, gerçek bir sorumluluk duygusunda saklı biraz da…
Yani muhsin olmak, bir zerrede, kocaman bir çınarın saklı olduğunu, tohumu gördüğünde anlamak…
Bunu anlayanlardan biri, yanına, kimsesiz kalmış bir çocuk alır ve onu Allah rızası için yetiştirir. İşte o çocuk, dönmemek kastıyla gemileri yakarak koca İspanya’yı fetheden komutan Tarık b. Ziyad olur. Belli ki onu yetiştiren kişi, yetim çocukta bu İspanya fatihini görmüş, yani zerrede çınarı görmüş. Allah da onun bu fiili duasının ‘Âmin’ini şanına yakışır şekilde kabul etmiş. Okunan bir Fatiha’ya uzunca bir ‘Âmin’ çekmekten daha çok ne yakışır. (Koruyup, yetiştiren olmadığı için kim bilir ne kadar kutlu tohumlar heder olmaktadır.)
Çok uzun zaman var ki ‘gönül fethi’ne çıkmanın, Müslümanlığın tıpkı ‘namaz’ gibi ihmal edilemeyecek bir farizası olduğu gerçeği unutulduğundan ya da ihmal edildiğinden, coğrafyalar eskisi gibi kısa sürede İslamlaşamıyor/fethedilemiyor.
Çünkü zannediliyor ki gönül fethi kulaktan olur.
Hayır.
Gönül fethi, yalnızca ‘sevgi+saygı+şefkat+merhamet’ ile mümkündür. Çünkü gönül, sevginin soyut makamıdır. Habibullah (Allah’ın Sevgilisi) olarak adlandırılanın ümmeti, birbirini ne kadar da az seviyor. Aralarından düşünleri nasıl da kolayca yok sayarak eziveriyorlar.
Neden böyle? Çünkü ‘az sevgi’ de ‘az inanmak’(Bakara Sr:88; Nisa Sr:46) gibi sadra şifa olmuyor. Çünkü insanların azıcık kalmış sevgileri ancak kendi enelerinin çatlaklarını sıvamaya yetiyor. Kimseye bir şey yok.
Samimi olarak aynaya bakıp şikâyet edilen ne varsa tüm durumlar için bir kere de şöyle söylenmeli değil mi: ‘Suçlu bana bak!’
Selam, sevgi ve dualarımla.