AKIL ve KULLANILMA BOYUTLARI

Ayten DURMUŞ, hertaraf.com 15.11.2021

İnsan eylemlerinin kaynağı; duygu, istek ve akıldır. Herhangi bir eylemde bunların ne kadarının ne zaman kullanıldığı veya kullanılıp kullanılmadığı eylemin niteliğini ortaya koyar. İnsanların benzer durum, söz ve eylemler karşısında, birbirlerinden çok farklı tepkiler ortaya koymaları bu yüzdendir. İmam Maturidi de: ‘İnsanlar tasdikte birbirine eşit fakat amellerde birbirinden farklıdır.’ sözüyle esasında her eylemin en az kişinin kendisi kadar öznel olduğuna işaret etmektedir. Çünkü esasında her kişinin sözü ve eylemleri, akıl düzeyini de ortaya koyar.

İnsanları eyleme iteleyen nedenler vardır. Bu nedenlerden bir kısmı kişi için amaç durumuna geldiğinde yapılan işlerin anlamı da değişir. Bu amaç insanın ‘sevgi, öfke, kin, özlem, hırs, acı…’ gibi duygularının her biri ile de beslenebilir. Kişideki duygu ve düşüncelerin eylemleri etkileme biçimi, onun ahlâki yapısıyla yakından ilgilidir. Kâtip Çelebi’ye göre ‘ahlâk’ şer’i ilimler arasında yer almaz. O, ahlâkı daha farklı etkenler sonucu kişide ortaya çıkan nitelikler olarak kabul eder. Elbette insanda ortaya çıkan her nitelik ve durum, onun aklını kullanma düzeyiyle de doğrudan ilgilidir. Belki de bu yüzden ‘İnsanı; beden, duyu ve zihin/algı’ olmak üzere üç boyuta ayıran Endülüslü filozof İbn Bâcce: ‘İnsan aklıyla ayrılır.’ sonucuna ulaşmaktadır. İnsan tüm eylemlerini bedeniyle yapar ancak bu tüm eylemler, kişinin ‘duyuları ve zihni’nin yönlendirdiği aklın itici gücü ile başlar, sürer ve biter.

İnsan aklı var sayılma bakımından: 1. Doğuştan bulunan akıl, 2. Sonradan kazanılan akıl, olmak üzere ikiye ayrılır. Sahip olmak bakımından aynı düzeyde olan pek çok kişi, var olan aklını kullanmak bakımından aynı düzeyde olmayabilmektedir. Kullanılmayan bir aklın var olmasının da pek bir anlamı olmaz. Çünkü akıl ancak kullanıldığında varlığı bilinen bir niteliktir. Bu nedenle bir ağaca oranla akla ‘kök’, akletmeye ‘gövde’, akletmenin sonucu olan eylemlere de ‘dallar’ demek mümkündür. Gövde ve dalı olmadan, köklerin varlığıyla bir ağacın varlığına hükmedilemez.

İnsan, her iki akıl türünü de bilgi sahibi olmak için kullanır. İnsanların bilgilenme yolları ise üç başlık altında toplanır: 1. Duyular yoluyla, 2. Kendisine ulaşan bilgi yoluyla, 3. Akıl yoluyla.

Bir varlığın duyular yoluyla algılanabilmesi için insanın beş duyusu denilen ‘görme, koklama, dokunma, tatma, işitme’ duyularından en az birinin kullanımı gereklidir. Önceki kuşaklardan gelen ve içinde bulunulan toplumdaki bilgileri edinme yoluyla da kişi bilgi sahibi olur. İnsan, bu iki yöntemle elde ettiği bilgileri kullanarak daha üst bir düşünce ve bilgi düzeyine sahip olabilir. O düzey, ‘üstün akıl/bilgelik’ denilen bir konumdur ki orada bilgi hikmetlice kullanılır; üretilen yeni sonuç insana, aileye, topluma hayat verir.  İşte böylece bilinenler, kuru bilgi olarak yük olmaktan çıkar, hikmet olur. Esasında hikmet olamayan her bilgi, gereksiz bir yüktür (Cuma 62/5).

İnsanın bilgilenebilmesi için gereken aşamaları şöyle adlandırmak mümkündür: 1. Varlığın kavram düzeyi, 2. Varlığın algılanabilmesi, 3. Varlığın dış gerçekliği.

Bunlardan ilki konuyla ilgili sözcüğün/kavramın bilinmesi, ikincisi zihinde canlandırılabilmesi, üçüncüsü de duyularla anlaşılmasıdır. Buradan hareketle algılamanın ve düşünebilmenin temelinin kavramlarla mümkün olduğu anlaşılmış olur. Çünkü insandaki akıl; kişinin sahip olduğu bilgiler yoluyla anlama ve değerlendirme yapabilir. Yaratılırken ‘insana varlığın adlarının öğretilmesi’ de (Bakara 2/31) düşünebilen bir canlı yaratmanın göstergesidir. Her ne kadar İbn Tufeyl, ‘Hayy bin Yakzan’ adlı eserinde, düşünmenin sözler olmadan da mümkün olduğunu ortaya koymaya çalışmışsa da en azından düşünülebilenlerin kapsam genişliği ve anlaşılanların anlatımı için insan söze muhtaçtır.

Akıl, bir varlık ve durumu anlayıp değerlendirebilmek için kavramla birlikte ‘algı’ sürecine gerek duyar. Ancak ‘kavram’ı bilinen her durum ve varlığın algılanabilmesi mümkün değildir. Bu nedenle ‘kavram’la başlayan anlamlandırma, algılanabilenler ve algılanamayanlar olarak ikiye ayrılır. Bu duruma, somutlaştırılabilenler ve somutlaştırılamayanlar demek de mümkündür.  

Akletmenin somutlaştırılabilen merhalesini örneklemek gerekirse: ‘Elma’yı bilenler, ‘elma’ sözünü duyunca ‘armut, mandalina, portakal’ gibi diğer meyve adlarından ayırt ederler. Hemen yuvarlak ve farklı renkleri bulunan bu meyveyi zihinlerinde canlandırabilirler. Somut bir varlığın zihindeki bu görüntüsü algılamadır. Kavram ve algının somutlaşması ise görüldüğünde veya elma satın almak istendiğinde kişinin başka bir meyveye yönelmeyecek kadar o meyveyi yakından tanımasıdır. Bu da aklın, duyular yoluyla elde edilen bilgileri kullanma sonucu ulaştığı bir durumdur.

Akledebilmenin soyut merhalesini örneklemek gerekirse: İnsana, varlığını bildiği ‘elektrik, akıl, melek, Allah’ gibi bazı kavramlar söylendiğinde, anlamanın ikinci aşaması olan ‘algılama/zihinde canlandırabilme’ devreye giremez; bunun sonucu olarak üçüncü aşama da devreye giremez. Böyle bir durumda anlamlandırmanın ‘soyut düşünebilme’ yöntemiyle yapılması zorunluluğu ortaya çıkar. Bu da somut olarak algılanamayan bir varlığı, belirtilerinden bilmeye çalışmak demektir. Tıpkı yanan bir ampulün veya prize takıldığında çalışan bir makinenin elektrik akımının varlığının kanıtı olması gibi.

Bilginin, varlık karşısında sınırları olduğu bilincine ulaşan kişi,  bazı varlıkları kendi sınırlı algı kapasitesi içerisine alıp bilgi olarak kapsayamayacağını anladığında, aklını daha doğru kullanabilir. Aklın yanlış kullanımı, güneşi yakından tanımak için ona gitmek isteğine benzer bir durumdur. Isı ve ışığa bakarak bunun güneşten geldiğini anlayacak akla sahip bir kişinin; güneşin varlığını, ısı ve ışığın ondan geldiğini kanıtlamak için ona gitmeye gerek duymaması gerekir. Ateşin yakıcılığını anlamak için kendini yakmasına gerek olmadığı gibi…

İnsan ve toplum yaşamını temelden yönlendiren aklın beslenmesi ise bilgiyle sağlanabilir. Sağlıklı bir akıl için beslendiğin bilginin kaynağının ve kendisinin ‘iyi, temiz, güzel, yararlı, helal’ niteliklerine sahip olması gereklidir. Değilse açlıktan ölmekle tokluktan çatlamak arasında sonuç itibariyle bir fark olmasa gerektir. Bu durumun ilki bilgisizlikten kişinin kendisini israf etmesi, ikincisi ise ‘bir bilgiyle sapkınca yaşaması’ (Casiye 45/23) sonucunu ortaya çıkarır; bu iki yöntemle insanlar, ayrı yollardan aynı sonuca ulaşmış olurlar. İkisi de mutsuzluktur. Oysa insan, burada ve ötede en çok mutluluk içinde yaşamak ister. Bunun için de insanın; duygularını, isteklerini ve aklını tanrılaştırmadan, en iyi, en doğru ve en verimli biçimde kullanması gerekir.