MUAZ BİN CEBEL’İN TOPLADIĞI ZEKÂT BAĞLAMINDA İNFAK VE İSLAM MESELEMİZ

Ayten DURMUŞ, hertaraf.com 24.01.2021

Tarih, siyer, hadis kitaplarında farklı başlıklar altında yer alan meşhur bir rivayet vardır. Bu rivayet, Rasulullah’ın, ashabından Muaz b. Cebel’i, hicretin 9. yılında, Yemen'e elçi olarak göndermesi sırasında yaptıkları konuşmadır. Muaz b. Cebel’in, asrısaadette Kur’an-ı Kerim’in tamamını ezbere bilenlerden olduğu rivayet edilir. Söz konusu ettiğimiz bu konuşmanın ilk bölümü şöyle:

‘Rasulullah (sav) dedi ki: -Sana halli için bir dava getirildiği zaman nasıl ve neye göre hüküm verirsin? Muaz b. Cebel (ra): -Allah'ın kitabındaki hükümlerle hüküm veririm. Rasulullah: - Eğer Allah'ın kitabında onunla ilgili bir hüküm bulamazsan neye göre hüküm verirsin? Muaz b. Cebel: - Rasulullah’ın sünnetine göre hüküm veririm. Rasulullah: - Rasulullah’ın sünnetinde de onunla ilgili bir hüküm bulamazsan ne yaparsın? Muaz b. Cebel: - O zaman kendi görüşüme göre hüküm veririm, dedi.’ (Tabakât, 3:584; Müsned, 5:230; ibn-i Kesîr, Sîre, 4:199)

Buraya kadar olan kısım ‘Kur’an, Sünnet, İçtihat’ sıralamasının anlatılması ve savunulması gereken her durumda sürekli dile getirilir. Bizim gündeme getirmek istediğimiz kısım ise bundan sonrası. Rasulullah bu konuşmaya şöyle devam eder:

‘- Onları önce Allah’tan başka tanrı bulunmadığına ve benim Allah’ın elçisi olduğumu bilmeye ve kabul etmeye davet et. Eğer kabul ederlerse her gece ve gündüz üzerlerine beş vakit namazın farz kılındığını öğret. Bunu da kabul ederlerse onlara bildir ki Allah kendilerine mallarından zekâtı farz kılmıştır; bu zekât onların zenginlerinden alınır ve yoksullarına verilir.” (Buhârî, “Zekât”, 1; Müsned, 1:233; Müslim, 1:150; Tirmizî, 3:21)

İnsanlar Allah’ı ve elçisini kabul ettikten sonra toplanması buyurulan ‘zekât’, bir toplumu dengeye getirmenin en önemli yolu ve yöntemidir. Bu yöntemle ‘zekât Müslümanların zenginlerinden alınacak, yoksullarına verilecektir.’ Üzerinde durmak istediğimiz kısım burasıdır. Yani zekât, dünyanın her yerinden toplanıp dönem itibariyle güçlü olan yönetici elitin hazinesine konulmayacaktır. Bir yerdeki zekât, oradaki yoksullara paylaştırılacak eğer paylaştırmadan sonra artan olursa ancak bu durumda artan kısım başka yerlerdeki yoksullara gönderilecektir. Şu anda İslam tarihi olarak okuduğumuz tarihte, zekâtın genel olarak böyle toplanmadığı; toplanan zekâtın bağlılık göstergesi olarak Şam’a daha sonra da Bağdat’a gönderildiği herkesin bildiği bir durumdur.

Bu bağlamda genel çerçeveyi anlamak için şu ayetlere de bakmak yararlı olur: ‘Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: “İyilik olarak infak edeceğiniz şey, anne-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve evsizlere/yolda kalmışadır...” (2/215). ‘…Ve sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: ‘İhtiyaçtan artakalanı...’ (2/219). Kur’an’da; neyin, kime, hangi sırayla infak edileceğini ifade eden benzer pek çok ayet sıkça tekrarlandığı halde, bu ayetlerin yok sayıldığı bir anlayış oluşturulmuştur.

Burada söz ettiğimiz durum, yeni bilinen ve yalnızca bu konuda ortaya çıkmış bir durum değildir. Neredeyse dinle ilgili her konuda yeni baştan bir biçimlendirme olduğunu pek çok kişi görüyor ve biliyor; ‘Dine Karşı Din’ benzeri kitaplarda da bu konu açıklanıp duruyor. Hatta pek çok kişi benzer kaynaklardan beslenmenin etkisiyle: ‘Bir su, kaynaktan çıktığında tertemizdir ama bu su yatağında aktıkça ona pek çok kirin, çöpün, zararlı atıkların karışması olasıdır. İslam’da da böyle olmuş olması mümkündür.’ diyerek yaşanmakta olan durumu sorgulayanlara, yeterli karşılık verdiklerini düşünüyorlar.

Benzetme yaparak söyledikleri doğrudur; her suya, yatağında akıp giderken pek çok atık karışabilir. Ancak yapılan açıklama, yaşanan durumu anlama ve değerlendirme açısından yeterli değildir. Durumu anlamak için şöyle bir soru sorulabilir: ‘Mademki İslam’a pek çok atık karıştığını kabul ediyorsunuz; bunlardan üçünü, beşini, sekizini sayar mısınız?’ Bu soru sorulduğunda, ortaya gerçekten de koskocaman bir sorun çıkıyor. Çünkü birinin ‘atık’ saydığını diğeri dinden hatta dinin temellerinden sayabiliyor; bir başkasının dinin temeli saydığını da daha başkaları ‘atık’ kabul edebiliyor. Böylece de ortaya yeni yeni fırkalar çıkıyor; sanki olanlar İslam’a az zarar veriyor gibi?!

Bazen bu durum üstü örtük bir sessizlikle gündem edilmeyerek geçiştirilse bile, esasında içten içe -belki de fırkalaşanların bilinçaltındaki ‘Fırka-i naciye biziz’ düşüncesi nedeniyle- herkes kendi durumunu İslamî açıdan en iyi, diğerlerini daha yanlış buluyor. Bakmayın ‘Hepsi haktır.’ denilmesine. Haksa neden onu kabul etmedin de bunu kabul ettin? İnsan yaratılışı gereği bilir ki ‘zıt durumların ve sözlerin aynı anda doğru olması’ insan zihninin kabul ettiği en temel mantık kuralına aykırıdır. Örnek verirsek: ‘Bir renk ya beyazdır ya değildir.’ Bir renk beyaz değilse her renk olabilir ancak beyaz değildir. Tıpkı bunun gibi özellikle İslam konusunda zıtlıklar ifade edildiğinde: ‘Bir görüş ve düşünce ya doğrudur ya değildir.’ denilmelidir. Işık ve karanlık gibi birbirinin zıttı olan ve birbirini reddeden görüşlere: ‘O da doğrudur, o da doğrudur.’ diyerek güya bir hoşgörü ortamı oluşturduğunu sanmak ancak siyasal amaçlara yönelik bir mavi boncuk dağıtma eylemidir. Zaten geçmiş dönemlerde de böyle yapılmıştır. 

‘Din nedir?’ sorusuna tam ve açık cevap verilmediğinden, bu sorunun cevabı zaman geçtikçe zam aldığından zihinler bulanmaktadır. Şimdi bu sorunun zamanla değişen cevaplarını görelim:

  1. Din, Kur’an’dır
  2. Din, Kur’an ve sünnettir
  3. Din, Kur’an, sünnet ve icma’dır.
  4. Din, Kur’an, sünnet, icma’ ve kıyastır.
  5. Din, Kur’an, sünnet, icma’, kıyas ve içtihatlardır.
  6. Din, Kur’an, sünnet ve ehlibeyttir.

Bu bağlamda, dinin kaynağı olarak sünnetten söz edildiğinde gündeme gelen hadis külliyatlarındaki hadislerin/sözlerin ilk sahiplerine göre ortalama oranı da şöyledir: Hadis külliyatlarındaki sözlerin %80’i maktu’; %15’i mevkuf; %5’i merfu’dur. Ne demektir bu? Şu demektir: Külliyatlardaki hadislerin/sözlerin %80’i tabiine, %15’i sahabeye, %5’i Rasulullah’a dayandırılan sözlerdir.

Her yüzyılda tazminat ve tenzilatlar yapılarak yeniden biçimlendirilmeye devam edilen ‘dini hükümlerin’ sonucu da an itibariyle dünya Müslümanlarının içinde bulunduğu parçalanmışlıktır. Din tanımdaki farklılıklar sonucu oluşan parçalanmaları ele almak ve anlamak, ciltlerce kitap gerektirir. Bu bağlamda senelerce yorulmadan, yılmadan okuyan, soran, araştıran bir kişi için netleştirilmesi gereken en önemli ilk soru: ‘Din nedir? İslam nedir?’ sorusudur. Kişi ancak dimağına boca edilen toplumsal birikimle değil, gerçekçi bir araştırma ve öğrenme sürecinden sonra bu soruya cevap vermelidir. Yoksa sorgulanmamış, sağlaması yapılmamış bir inanç, Kur’an’ın, ‘atalar dini’ diyerek savaş açtığı bir bütünü, ‘Hak din İslam’ sanarak kabul etmeye neden olur. Evet, bu bağlamda en önemli ilk soru: ‘İslam nedir?’ sorusudur.

Hayatı, ‘uydum kalabalığa’ diyerek anlamsızca yaşamamak için bu süreçte sorulması gereken ikinci soru da şudur: İnsanlığın bugününün geçmişinden bağımsız olması mümkün değildir. Ancak bir dönemin sosyal ve siyasal koşullarının sonucu olarak ortaya çıkan ve çoğu kere birbirini tekfir etmeyi geçerek katleden, birbirine muhalif fırkaların görüş ve düşüncelerinin, ilerleyen çağlardaki ve günümüzdeki insanların ‘akıl ve düşüncelerini’ formatlaması kabul edilebilir doğru bir durum mudur?