MÜLTECİ SORUNUMUZ

Ayten DURMUŞ, hertaraf.com 08.11.2020

Siyasetçiler, düşünürler ve edebiyatçılar, bazı akımlar üzerinden tanımlanırlar. Örnek: Realist, romantik, natüralist gibi. Bu durum siyasetçiler için söz konusu olduğunda, bir kişinin yönelişi olarak kalmadığından, tüm toplumu etkiler, bu nedenle daha bir önemlidir. 

Bir yönetimin romantik hayalleri ve hedefleri olduğunu, bu hedefler için harekete geçtiğini var sayalım. Toplumun ruhsal, sosyal ve ekonomik alt yapısı, bu hareketin yükünü kaldıracak durumda değilse bu hareket o toplumu çökertir. 

Ülkemizde, bir siyasi partiyi destekleyenler, (seçen ve seçilenler) partileri hangi görüşten olursa olsun, kendilerini, partilerinin her yaptığını halk nezdinde savunmak ve desteklemek durumunda hissederler. Yoksa bulundukları siyasi yapılanma içerisinde uzun süre kalabilmeleri söz konusu olamaz. Bunun belli bir düzeyi anlaşılabilir.Ancak her hangi bir siyasi partinin veya yönetimin her yaptığına kutsal kılıflar bulup yaptığı yanlışları söyleyemeyecek duruma gelmek, bu anlamdaki en büyük yanlıştır. Çünkü yapılan yanlışlar söylendiği zaman, -belki- düzeltilmesi için harekete geçilmesi de mümkün olabilecektir. En önemli yanlışların bile söylen(e)memesi, geniş halk kitlelerinde, içten içe büyüyen homurtulara dönüşür ve bu homurtular kaynayan kazan gibi kapağını fırlatacak duruma gelebilir. 

Herkesin malumu olduğu üzere, ülkemizde son yıllarda bir mülteci sorunu ve yönetimin de bu sorunla ilgili bir “mülteci politikası” bulunmaktadır. Bu politika zaman zaman farklılıklar gösterse de şu an için görülen o ki bugüne kadar ülkemize hangi nedenle olursa olsun gelenlerin, kalmaları veya geri dönmeleri kendi gönüllerine bırakılmış durumdadır. Öte yandan da ülkeye gelen yabancı akını da devam etmektedir. 

Savaş mağdurlarının ülkemize alınması ve bu yönde neredeyse halkın tamamının desteğini alan süreç, bugün gelinen noktada savaş mağduriyetini gölgede bırakmış ve keyfi bir hal almış durumdadır. Toplum, bu durumdan son derece muzdariptir ve sesini duyuramamaktadır. Halkın bastırmaya çalıştığı öfkesi, her gün biraz daha artmaktadır. Bu durum bir sosyal patlama nedeni olmaya adaydır. 

Yönetimin olduğu gibi sivil toplum örgütlerinin her birinin de ayrı bir “mülteci ve yabancı politikası” ve bu politikaya göre farklı söylemleri olduğunu görmekteyiz. Bazıları bitmeyen bir sel gibi akıp gelen bu kitleye: ‘Tanrı misafiri’ diyor. Eğer öyleyse ‘misafir’, misafir odasında oturur ve vakti gelince kalkar gider. Peki, bu misafirler gidecek mi? Gideceklerse ne zaman gidecekler? Romantik kimileri de gerçek durumun yeterince farkında olduğundan: ‘Hayır, onlar misafir değil, herkes kadar ev sahibidir.’ deme cüretini gösterebiliyor. Böyle diyenler nedense bu cümleyi açıklamaya yanaşmıyorlar. Bu gelenler, neden ve nasıl ev sahibi? Acaba siz de onların ülkesinin veya gittiğiniz bir ülkenin benzer şekilde sahibi sayılıyor musunuz? Eğer bu gelenler misafir değil de ev sahibi sayılıyorsa acaba bu ülkeye emek verenler kendini ne saymalıdır? Emek verenler ve vermeyenler arasında bir fark olmalı mıdır? Olmalıysa ne olmalı, olmamalıysa neden olmamalı? Konunun muhatapları, bu sorunun cevabını, bu ülke için emek veren milletimizi tatmin edecek şekilde vermek zorundadırlar.  

Benzer romantizmin içinde olanlara toplumun sormakta olduğu önemli bir soru var:  Siz, her geleni mi bu ülkenin sahibi sayıyorsunuz yoksa bazılarını mı? Önce ‘savaş mağduru’ diyerek kucak açtığı kitleler yerine artık her isteyenin gelip imkânları sınırlı bu ülkeye yük olduğunu ve her gelenin birçok haklara sahip kılındığı bir siyaset içerisinde, bu gelenleri, MİSAFİR Mİ, EV SAHİBİ Mİ görmektesiniz? Toplum bunu öğrenmek istiyor ta ki ona göre davransın. Eğer misafir iseler neden ülkenin istisnasız her yerine dağılmış durumdalar ve ne zaman gidecekler? Yok, eğer ev sahibi iseler bu ülke için ne gibi bir emek verdiler ki ev sahibi olma hakkını kazandılar?

Uluslararası anlaşmaları göstererek toplumu susturmaya çalışıp süreci devam ettirenler de biliyorlar ki bu anlaşmaların hepsi başka ülkeleri kontrol ve baskı altında tutabilmek için hazırlanmıştır. Bu anlaşmaları hazırlayanların hiçbirisi, bu anlaşma ve sözleşmelere uymamaktadırlar. Dolayısıyla bu anlamda verilen cevaplar, toplumu tatmin etmemektedir.

Mevcut duruma, ‘ümmetçi’ bir söylemle yaklaşanlar da gerçekte bu söylemin altının da yeterince dolu olmadığını bilmektedirler. Çünkü ümmet, Kur’an’a bağlı olanlarla oluşturulan gönüllü bir gönül bağı ve kader ortaklığıdır. Kur’an’dan kopanlarla oluşturulan gönülsüz, zoraki bağlarla ‘ümmet’ oluşturulması mümkün değildir. Ağzını her açanın ‘Osmanlının kendilerini 400 sene sömürdüğünü’ söyleyerek Türk Milletine ve devletine öfke duyan bir kitleyle acaba ne tür bir ‘ümmetçilik’ söz konusu olabilir? Bu ülkenin Müslümanların çoğunluğu da kendilerine ‘sömürgen’ diyen bu yabancılarla ‘tek bir ümmet’ olduğunu hissetmemektedir. Bu konuda da bazıları romantik olabilir ancak devlet yönetimi romantizmle yürümez ve ne kadar acı olursa olsun gerçekçi olmalıdır/olmak zorundadır. Devlet aklı bunu gerektirir. 

Resmi verilere göre: ‘Türkiye’deki geçici koruma altındaki kayıtlı Suriyeli sayısı 23 Eylül 2020 tarihi itibarıyla bir ayda 12 bin 84 kişi artarak toplam 3 milyon 621 bin 968 kişi oldu. Bu kişilerin 1 milyon 664 bin 249’unu (%46,7) 0-18 yaş arası çocuklar oluşturuyor.     0-18 yaş arası çocukların ve kadınların toplam sayısı ise 2 milyon 556 bin 631 kişi. (%70,5). 

Resmi rakamlara göre; bir ayda 12 bin Suriyeli ülkemize gelirken; bir günde 500’ün üzerinde Suriyeli bebek dünyaya gelmektedir. Yani toplamda ayda en az 25 bin Suriyeli, bu ülke nüfusuna eklenmektedir. Yani bu millet ve bu milletin devleti; barınmasından bakımına, eğitimden sağlığına kadar birçok konuda kaldırmakta zorlanacağı bir yük altına girmektedir. Örnek: Sadece Suriyeli olarak 1 milyon 70 bin okul çağında çocuk var. Bu çocukların eğitim alması için fazladan 1350 okul ile 70 binden fazla yeni öğretmene ihtiyaç var. Bu sayı da her gün yeni bir okul açmayı gerektirecek şekilde artmaktadır. 

Üzerinde durulması ihmal edilen bir diğer durum ise şu: Pek çok ilimizde Iraklı ve Suriyeli Araplar şu anda %10 nüfusa sahipler ve devam eden bu kapısız eve dolma süreci durdurulup duruma gerçekçi bir çözüm bulunamadığı takdirde, kısa süre sonra ülkenin çok büyük bir kısmını oluşturacaklar. Nüfus artış oranı değerlendirildiğindeyse yakın bir gelecekte bu ülke halkı kendi ülkesinde azınlık durumuna düşecektir. 

Bu toplum, bu yükü nereye kadar taşıyabilir? Bu durumun sonucunun hiç de iyi olmayacağı, halkın içten içe öfkesinin büyüdüğü, pek çok sosyal sorunun bu yanlışın gölgesinde oluşacağı görülmelidir. 

Birileri, insan olan herkesin ciğerini dağlayan Aylan bebek ve benzerleri üzerinden ajitasyon yapmaya başlayacak ise bilsin ki bu durumun suçlusu bizim milletimiz değildir. O birileri de artık görmelidir: Suriyeli delikanlılar, Edirne sınırından Avrupa’ya geçmenin yollarını ararken; İdlib’te bir gecede -o gidenlerle aynı yaşta- 33 Mehmetçiğimizin bombalarla şehit edilmesinin, bir şubat ayında 53 Mehmetçiğimizin şehit edilmesinin acısını da bu millet çok derinden yaşamaktadır (2020). Bu hümanistler(!), bu kraldan çok kralcılar, bu Kerimoğlu’nun kesesinden geçim sağlayanlar acaba şehit olan gencecik askerleri de yaşama hakkına sahip  ‘insan’ olarak görüyorlar mı? Yoksa yaşama hakkı onların uygun bulduklarına ait bir hak mı? Bir kez olsun sorun bakalım bu Mehmetçiklerden birinin annesine: ‘Kaç Suriye senin oğluna denk olabilir?’; alacağınız cevaba hazır olun, iyi hazır olun. Çünkü sizler, bu milletin annelerinin cevabını duymazdan geliyor ya da duymak istemiyorsunuz.  

Sayıları 500 bine ulaşan Iraklılar da yeni sorunların ve ağır bir yükün kaynağı olarak ortadadır. Yaşam tarzlarıyla bu toplumun dokularına zarar veren 35 bin civarındaki İranlılar da benzer sorunların kaynağıdır. Yıllar önce İran'a kaçan ve Türkiye’de yabancılara sunulan imkânları öğrenen 900 bin Afgan sığınmacı da (İran’ın da itelemesiyle) Doğu Beyazıt üzerinden sel gibi Türkiye’ye gelmeye başladı. Şu an itibariyle 175 bin civarında tahmin edilen Afganistanlılar, ciddi sağlık sorunları yanında uyuşturucu da getiriyor olmaları nedeniyle pek çok sorunun kaynağı olarak ortadadır. Uluslararası kuruluşlar, Afgan göçmenler nedeniyle 2 sene içinde Türkiye'de ortaya çıkacak büyük sağlık sorunları bekliyorlar. (Zenginlikle şımaran Arapların ülkemizin önemli yerlerindeki gayrimenkul alımları ise ayrı bir inceleme ve yazı konusu.)

Türk toplumu sürece bakarak en sıradan konuşmalarda bile soruyor: ‘Acaba ne yapılmak isteniyor?’ Çünkü İstanbul-Fatih, Ankara-Altındağ/Mamak gibi yerlerde artık yerli halk neredeyse azınlık durumuna düştü. Buralardaki okullarda, Türkçeyi öğrenmeden tüm derslerden (MEB ve okul yönetimi marifetiyle) sınıf geçen, okul bitiren yabancı öğrenciler, sınıflarda ve okullarda çoğunluğu oluşturuyor. Bu durum için acaba öğretmenlerin ve velilerin ne düşündüğü hiç merak ediliyor mu? 

Toplum, bu konuda ne diyor, ne düşünüyor? Bu toplum, kendisine ait milli kimliğin bulanıklaşmasını istemiyor. Bu, anlaşılmayacak bir istek mi? Yani parası olana parayla satılacak veya her gelene ‘Buyur’ denilecek bir ülkemiz yok bizim. 

Yapılan hizmetlerin gözümüze sokulmasına gerek yok elbette hepsini görmekteyiz ancak yapmakla mükellef olduğunuz halde (asırların mahrumiyeti nedeniyle) millet olarak yine de şükran duyduğumuz tüm bu hizmetler, kötü kokuları çoktan etrafa yayılmış bir yanlışı seslendirmemize de engel değildir ve engel de olmamalıdır.

Şimdi şu sözü hatırla(t)mak vaktidir: BİZ, BU ÜLKEYİ YOLDA BULMADIK. Uğruna verdiğimiz şehit sayısı belli değildir. Yaşanmakta olan marazlı romantizm, yerini derhal devlet gerçekçiliğine bırakmalı ve mülteci sorunu onları mağdur etmeden ve milletimizi de tatmin edecek şekilde, tam anlamıyla çözülmelidir.