ALLAH, KADININ DA RABBİ DEĞİL MİDİR?

Ayten DURMUŞ, hertaraf.com 07.08.2020

Bir süre önce ülkemizde, medyada bilinen birkaç kadına, akıl miktarı ancak beline ulaşabilen erkekler tarafından, yine medya üzerinden saldırıldı. Hepsi kendi özelinde yaşayan ve medyaya yansıyan hiçbir çirkinliği olmayan bu kadınlara saldırıların gerçek nedeni ailelerindeki siyasetle uğraşan erkeklerdi. Peki, neden bu kadınlara saldırıldı? Belli ki bir anlamda -teşbihte hata olmasın- eşeği dövemeyenler semeri dövüyorlardı.

Kadına yönelik şiddetin ve cinayetlerin sürekli arttığı bir toplumda, İstanbul Sözleşmesiyle ilgili tartışmaların ortalığı doldurduğu bir süreçte bu konu ne kadar sağlıklı ele alınabilir, bilemiyorum?

 

Gerçek şu ki: Dünya üzerindeki herkesin kendince doğru bulduğu kadın tanımları var. Gazali’den Nizamülmülk’e, Yusuf Has Hacip’ten Mevlana’ya, Elmalılı’dan Atatürk’e herkesin bir kadın algısı olmuş ve herkes kendi algısını topluma ve kadınlara dayatmış. Bunlardan Atatürk hariç, yukarıda adı geçenler, sahip oldukları (olumsuz) kadın algılarını İslam’a dayandırmışlardır.

Kur’an’ın ilk tefsirleri ve en azından kütübüsitte okunduğunda -her okuyanın göreceği gibi- bu kitapların çoğu yerinde kadınlara; kadını aşağılamaktan, iradesini yok saymaktan ve çok amaçlı köle olarak görülmesinden başka konum verilmemiştir. Ben de bunları okurken, yıldızlara bakıp ‘Tanrım bu mu?’ diyen İbrahim as. gibi ‘Dinim bu mu?’ dedim ve sonuçta tıpkı İbrahim as. gibi ben de bunlardan teberri ettim.

Bu kitaplardaki kadın konulu sözlerin kahir ekseriyeti, bir ravi zinciriyle Hz. Peygamber adına sayısız sözün uydurulduğu bir ortamda, hadis derleyicileri tarafından seçilerek yazıya geçirilmiştir. Bunlardaki kadın konulu sözler, adeta Kur’an dışında ve Kur’an’a karşı ikinci bir dinin ilkeleri gibidir. Bu sözlerin Kur’an’ın kadın-erkek olarak tanımladığı insan çerçevesine girebilmesi mümkün görünmemektedir.

Kur’an ile uydurulup Hz. Peygamber ağzından ifade edilen sözler arasındaki çelişkileri halletmek için bu rivayetleri ‘sahih’ kabul edenler, Yahudilerin Tevrat’a yaptıkları gibi, Kur’an’ın sözlerinin anlamını yerinden ederek yeni anlam ve yorumlarla kadını ezen ve aşağılayan düşünceye Kur’an yorumlarıyla da güç kazandırmış oldular. 

Bir örnek vermek istiyorum: Nüşûz kelimesi Kur’an’da geçtiği Ahzab: 53 ve Mücadele: 11. ayetlerde ‘kalkıp gitmek, hemen gitmek, ayrılmak’ anlamlarında kullanılmaktadır. Nisa:128’de de bu kelime erkek için kullanıldığında yine aynı anlam verilmiştir. Ancak Nisa:34’te de bunlara yakın bir anlamda kullanıldığı ifade edilmeliyken, ne hikmetse, kadına -Katolik nikâhı kıydırıp, boşanmayı yasaklayanlar, boşanma yetkisinin tamamen erkeklerde olduğunu söyleyen-yazan erkekler, buradaki nüşûza da ‘kadının kocasından ayrılmak istemesi’ yerine; ‘iffetsizlik, kadının gözünün başka erkeklere kayması, kocaya karşı azgınlık, dik kafalılık, geçimsizlik, serkeşlik vb. gibi’ sayısı belirsiz anlam vermişlerdir. Bu anlamlar verilirken ayetteki ifadenin olmuş bir durumdan değil de olması muhtemel bir durumdan duyulan korku ve endişe olduğu nedense görmezden gelinmiştir. Yaşanan bu sorunu düzeltmek için de ‘benzer insanî zaaflardan uzak bir öğüt makamı olan bilge koca’ öğüt verecek, kadın düzelmezse döve döve ıslah edecek, dayakla düzelirse ne ala yoksa iki taraftan uzlaştırıcılar devreye girecek. Durum bu. Bu konu bağlamında, tıpkı ‘nüşuz’ kelimesi gibi ‘kavvam, fadl, darb, itaat’ kelimeleri de -Kur’an’ın genelinde nasıl kullanıldığına bakılmadan- bağlamından koparılarak keyfi kullanılmış yani yorumlarla anlamı tahrif edilmiş kelimelerdendir.

Genel olarak tefsiri sonrakileri derinden etkileyen Hanefiliğin ilk ve en önemli fakih-müfessiri Cessas tarafından da Nisa: 34 ayeti, Ahkâmu’l-Kur’an’da ele alınmış, sonrakilere kaynaklık edecek şekilde uzun uzun açıklamıştır. Cessas, aynı eserinde Sad Suresi 40-43. ayetlerdeki Eyyub kıssasını da -zayıf bile olsa hiçbir hadis külliyatında hatta Tevrat’ta bile olmayan- mesnedi belirsiz bir hikâyeyle açıklayarak Eyyub’un karısını dövmek için ettiği yeminin Allah tarafından iptal edilmeyip ‘hile-i şer’iyye’ denilen ‘tanrısal çözüm’ olduğu söylenen bir yöntemle halledilmesinden hareketle vardığı karar özetle şudur: Nisa suresinde, nüşûzundan korkulduğunda dövülen kadının, Eyyub kıssasındaki ayetlerden hareketle varılan sonuca göre, dövülmesi için sebebe gerek yoktur. Koca, karısını, terbiye etmek için gerek duydukça dövebilir. 

Bu Kur’anî(!) temelden sonra ‘Kızını dövmeyen dizini döver.’ sözüyle baba evinde dayağa alıştırılan; ‘Kızı kendi başına bırakırsan ya davulcuya kaçar ya zurnacıya’ denilerek onu ailenin âkil(!) ve bilge(!) erkekleri kimi isterlerse onunla evlendiren; evlenip giderken de ‘Gelinlikle gittiğin yerden, kefeninle çıkacaksın.’ denilen; evliliğindeki sorunlarda koca dayağı gerekli görülen; kocasını sevmese ve istemese bile -koca boşamadığı sürece- Katolikler gibi evli kalmaya fıkhen mecbur edilen bir kadın…

Üstüne üstlük kadın: ‘Kocanı razı etmeden sana cennet yok.’; ‘kocanın bedenindeki iltihapları yalayarak temizlesen bile kocanın hakkını yine de ödeyemezsin(Cessas)’; ‘Eğer kocanı cinsel konuda üzersen Allah ve melekleri sabaha kadar sana lanet ederler.’ denilerek iki tanrılı bir müşrik olmaya mecbur edilmiştir. Sonuçta bu kadın, isteği dışında birilerinin isteklerine adanmış ve kesilmiş bir kurbandır. Bu süreçte kadının bilinci de kime neden adandığını düşünemeyecek kadar dumura uğratılmıştır.

Bu kadın, kendi hedefleri-hayalleri olmasını, bunlar için çalışmayı, kendisini de mutlu etmesi gerektiğini kesinlikle düşünemez, aklına bile getiremez. Çünkü onun şahsiyeti, onu kendileri için adaklık bir kurban kılmak isteyen kişiler tarafından tanımlanmış, görev ve sorumlulukları ‘büyük ve önemli’ kişilerce belirlenmiştir. E artık ona düşen de bunları yerine getirmeye, tanımlanan kişi olmaya çalışmaktır. Yatak ve mutfak arasındaki hayatı, eşliği ve anneliği dışındaki yok sayılışı, hatta hiç çocuğu olmasa bile katı kurallarla sınırlanması, kötü örnek olur korkusuyladır.

Günümüze gelince…

Evlenince kocasının soyadını almaya mecbur edilen kadının kocası, böylece eşini kendi kütüğüne(!) geçirmiş oluyor. Sanıyor ki kütüğe geçirip soyadını da verince kadın ona ait bir maldır. Geçmişte yazılı eserlerimizin en önemlilerinde ‘mal’ ifadesi evli kadın için kullanıldığından, bilinçaltımızda da bu anlam yerleşmiş durumdadır. Böylece erkek, kadını kendine ait bir varlık saydığı için dövüyor, kapıya koyuyor, sözlü, ekonomik ve psikolojik başta olmak üzere her türden şiddet altında eziyor ve sonuçta öldürüyor da. Neden? Çünkü o kişi, buna hakkı olduğunu düşünüyor. Çünkü erkek, namus ve şerefini dahi bireysel yaşamı üzerinden değil, aileden kadınlar üzerinden tanımlamayı, böylece kendine sınırsız bir özgürlük alanı açan yöntem olarak benimsemiştir.

Erkek, kendisi ne yaparsa yapsın kesinlikle namusuna leke gelmez. Ancak aile içindeki kadınlar, bunların düşüncelerine göre yanlış olan en küçük, en sıradan durumlarda bile ‘ailenin namus ve şerefini çiğnemiş’ kabul edilirler.

Gücü gücü yetene… Orman kanunu… Aşağıdaki kuzu, yukarıdaki kurdun suyunu bulandırıyormuş…

Tüm sistemlerin kendilerini öncelikle ve muhakkak kadın üzerinden tanımlamaya çalışması ve görünür kılmak istemesinin nedeni nedir? Daha önceki asırlarda da Atatürk devrimlerinde de daha sonra da bu konu hiç gündemden düşmedi. Neden?

Acaba kadın, beşeriyetin zayıf halkası olduğundan mı güçlü olmak isteyenin enesi ‘bireysel, ailevî, toplumsal olarak’ onun üzerinde tatmine ulaşıyor? Tersinden söylersek: Beşer, gücünü, mevcut kültürel yapılanma içinde fiziksel ve ekonomik anlamda en güçsüz üzerinde göstererek mi tanrısal tatmin yaşıyor acaba?

Görülüyor ki uzun zamandır İstanbul Sözleşmesi bağlamında, bu konuyu yine erkekler diline doladı. Psikiyatristinden avukatına kadar yine erkekler kadını tanımlıyor, kadına sınır çiziyor, görev belirliyor, sorumluluk yüklüyorlar. Bilinen en eski dönemlerden beridir erkeklerin sürekli konuştuğu ve hiç susmadığı ‘kadın’ konusu, acaba ne zaman kadınların konuşup uygulamaya yönelik kararlar alabildiği bir konu olacak? Bu konuda, sözü kadınlara vermek için susmayacak mısınız?

Konuşuyorlar, yazıyorlar ve hiç rahatsızlık duymadan, ‘kadın sorunu’ diyorlar, Allah’ın var, kerim ve şerefli kıldığı insana… Tüm dünyada yaşananlara bakınca acaba bu durumun doğru adı: ‘kadınların kendilerine ilahlık taslayan erkek sorunu’ değil mi? Evet, Yaratıcı, insanları iki cins olarak yaratmayı uygun bulmuş, insan neslinin devamını bu iki cinsin birlikteliğine bağlamış. İkisinin de kendisine kulluk etmesini, birbirine veya başkasına kulluk etmemesini istemiş. Bakara: 128’e göre وَلَهُنَّ مِثْلُ الَّذ۪ي عَلَيْهِنَّ بِالْمَعْرُوفِۖ : kadınların ve kocalarının birbirine karşı hak ve sorumluluklarını eşitlemiş. Bunun dışında da Yaratıcı, bütün hakları, sorumlulukları ve cezaları, dünyada ve ahirette aynı kılmış. O’nun ilkelerine göre kadın-erkek tüm insanlar, aynı yöntemlerle iyi veya kötü oluyorlar. Yanılıyor muyum yoksa?

Yanılıyorsam söyleyin: Kadının tanrısı kim? Allah, kadının da Rabbi değil midir?