Yeni Eğitim-Öğretim Döneminde Hepinizin Ellerinden Öperim

Ayten DURMUŞ, hertaraf.com 27.09.2022

MEB, okul yöneticileri ve yardımcı personelle birlikte öğretmenler olarak koca bir eğitim ordusu olan bizler, ‘eğitim verme’ hakkı elimizden alınmış olarak ‘öğretim’ vermeye çalışıyoruz. Eğitim veremediğimiz için okullardan ‘terbiye’ düzeyi düşük insanlar yetişmeye başladı bol bol. Bu durumu değerlendirenler: ‘Okullar güzel, imkânlar olağanüstü ama eğitim-öğretim beklenen sonucu vermiyor? Türkiye gelişiyor ama halkın ahlakı bozuluyor. Biz gerçek anlamda gelişmiş bir toplum olmayı neden beceremiyoruz?’ diyorlar. Elbette bunun pek çok nedeni var.

İnsanların hayatını dört ana bölüme ayırmak mümkündür: 1. Bireysel hayat 2. Aile hayatı 3. Eğitim/İş hayatı 4. Toplumsal hayat. Her insanı ve hayatını değerlendirmek için bu dört alanı birlikte ele almak gerekir. Eğitim veren öğretmenler ve alan öğrenciler için de durum aynıdır. Eser, müessiri gösterir; doğrudur ancak öğrencinin tek müessiri ‘öğretmen’ değildir. Hatta içinde bulunulan koşullar sonucu öğretmen gerçek anlamda ‘müessir’ bile olamamaktadır. Bununla birlikte yine de her toplumun medeniyet seviyesini öğretmenlerine yani insan yetiştiren insanlarına verdiği değerle ölçmek mümkündür.

Biz millet olarak ‘Cennet anaların ayakları altındadır’[1] ilkesi gereği, analarımızın ayağının altını; ‘Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum’[2] sözü gereği öğretmenlerimizin elini; ‘Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi/ Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi’[3]  beytinin de işaret ettiği gibi ağrılarımızı dindirmeye çalışan hekimlerimizin ellerini öpmeye değer bulurduk. Şimdi herkesin bildiği örnekler eşliğinde bu üç alandaki durumumuzu ele alalım.

ÖNCEDEN ÇOCUKLARIN ANNE-BABALARIYLA İLİŞKİSİ: Millet olarak genelde bizler, anne-babalarımızla ilişkimizi (ilahî ilkeyi tam bilmesek de) şöyle şekillendiririz: “Biz insana, anne ve babasına karşı iyi davranmasını öğütledik. Annesi güçlük üstüne güçlükle onu (karnında) taşımıştır. Sütten kesilmesi de iki yıl içinde olur. Bana ve anne-babana teşekkür et… Dünya hayatında onlara sahip çık…”(Lokman, 31/14-15). İşte bu nedenlerle onlar bizim kayıtsız şartsız saygımızı hak etmekteydiler. Her durumda onlara iyi davranmak, yaşlandıklarında da onlara sahip çıkıp bakıp gözetmeliydik. Daha sonra yeni bir kuşak geldi, bunlar çocuklarına anne-baba olmak yerine, onlara ‘arkadaş’ olmaya çalıştılar. Söz ve davranışlarıyla ortaya koydukları bu yanlış sonucu, çocuklar gerçek anlamda anne-baba terbiyesinden mahrum kaldılar. Anne, çocuklara baktı; baba, para kazanmaya odaklandı. Bu anne-babalar, (dershaneler ve tüm toplumla birlikte) çocuklarına tek amaç olarak iyi notlar alarak geliri yüksek bir mesleğe sahip olmayı sundular. Çocuklara; kendilerine, ailelerine, milletlerine, devletlerine karşı görev ve sorumlulukları olduğunu öğretmediler.

ŞİMDİ: Yeni nesle kazandığı meslekle ne yapacağı, kime hizmet edeceği öğretilmedi. Kazandığı parayı nasıl kullanacağı öğretilmedi. Meslek dışındaki hayatında geçerli olacak ilkeler öğretilmedi. Kendisine, ailesine, milletine ve devletine karşı görev ve sorumlulukları öğretilmedi. Hayatın zorlukları gösterilmedi, başkaları için fedakârlık öğretilmedi, dünyanın geçiciliğinden de pek söz edilmedi. Sonuçta ortaya bencil, sorumsuz, teşekkürsüz, saygısız bir nesil çıktı. Şimdi bu nesil kendisini yetiştiren anne-babasına, kardeşlerine, yakınlarına dahi saygı göstermiyor; bunlara, milletine, devletine ve insanlığa karşı herhangi bir görev ve sorumluluğu olduğunu da düşünmüyor.

ÖNCEDEN ÇOCUKLARIN OKUL VE ÖĞRETMENLERİYLE İLİŞKİSİ: Genel olarak bizler, öğrenciyken kitapları, kitapçıya geldiğinde bir an önce almaya çalışırdık çünkü hemen biterdi. Eğer geçen yılki kitap değişmezse bunu kendimiz için şans sayar, akraba veya tanıdık öğrencilerin eski kitaplarını yeni fiyatına alırdık çünkü kitap alamazsak tüm sene kitapsız kalabilirdik. Öğretmenlere saygısızlığımız okuldan atılma nedeniydi. Çünkü saygısızlık ettiğimiz bir kişinin bizi eğitmesi mümkün değildi. Eğer saygısızlık ediyorsak o bizi eğitmek istese bile biz onun eğitimini alamazdık. Veli okula gelince büyük bir saygıyla öğretmenlerden çocuğunu kendi evlatları gibi en iyi şekilde yetiştirmelerini isterdi ve emekleri için teşekkür ederdi. Bu arada kendilerinin evdeki üç-beş çocuk karşısında dahi zorlandıklarını, yüzlerce çocukla uğraşan öğretmenlere minnetlerini de ifade ederdi. Sınıf sayısı da 40-60 arası olurdu. Yıllar sonra ben de öğretmen olarak çalışmaya başladığımda 60 kişilik sınıflarda derse girmiştim. Böyle bir sürü sınıfta girince sene sonunda bile adını öğrenemediğim öğrencilerim olurdu.

ŞİMDİ: Özel okullardan daha güzel devlet okulları yapıldı, kitaplar öğrenciden önce masasının üzerine konuldu, üstelik devlet bir de tablet verdi öğrenci en iyi şekilde yetişsin diye. Akıllı tahtalarda ve EBA’da gereken her şey öğrencinin elinin altında. Sonuç? Ne oldu, nasıl olduysa kimse tam anlayamadan öğrencide ahlâki bozulma başladı. Bu bozulmayı şu iki etken tetikledi.

1. Velinin eğitim-öğretim-öğretmen anlayışı bozuldu. Son yıllarda okula gelen velilere, çocuğuyla ilgili yüz kızartan yanlışları dahi şikâyet edildiğinde veliler sanki okuldaki öğretmenler onların çocuklarının düşmanı imişler gibi: ‘Size ne, ne yaparsa yapar; benim çocuğum değil mi, ben izin veriyorum siz ne karışıyorsunuz?’ diyerek söze başlıyorlar. Zaten çocuklarını okula göndermekteki temel amaçları da anne-baba olarak kendileri evde yokken güvenli bir yerde olsun, isteği. Çünkü hiç sorun değil, eğer sevgili yavruları tembellik edip çalışmasa, hiçbir okul kazanamasa bile, yurt içinde ya da yurt dışında, kendileri …k gibi çalışarak daha çok kazanıp paralı okullarda yavrucuklarını okutarak meslek sahibi edeceklerdir. Bu sorumsuz nesil, pek çok kimseyi kaygılandırıyor. Hukuk Fakültesinde okurken çektiği kopyayı görmezden gelmeyip tutanak tutan hocasını öldüren katil/öğrenci herkesin hafızasındadır. Bu öğrencinin avukat, savcı, hâkim olduğunu varsayalım; ne olurdu? Şu anda adalet adına insanlar neden şikâyet ediyorlarsa o olurdu, oluyor da zaten.

2. Öğretmenin statüsü bozuldu. Gençlerin gündemlerindeki en önemli konulardan biri de gelecek için kendilerine bir meslek seçmektir. Çünkü meslek, öğrencinin gelecekteki statüsünü belirleyecektir. Gençler bir mesleği neden seçerler:1. Statüsü iyidir. 2. Kazancı iyidir. Öğretmenlik mesleği bu iki açıdan değerlendirildiğinde, ülkemizdeki durumun ne olduğu herkesin malumu olduğundan, üzerinde durup zaman kaybetmeye, sözü israf etmeye gerek yoktur. Yöneticilerin kendilerine gelince farklı ölçütlerle belirlenen maaşlarının oluşturduğu statülerinin, öğretmenlere gelince ‘Öğretmenlik kutsal bir meslektir’ sözüyle mümkün olabileceği düşünülüyor olmalı. Bu kutsallığın(!), okuldaki temizlik görevlilerinden bile düşük, vasıfsız ve eğitimsiz insanların aldığı ‘asgari ücretin az üstündeki’ bir maaşla mümkün olabileceği sanılıyor olmalı. Nice veli ve öğrenci var ki: ‘Paran kadar konuş hoca’ cümlesini rahatlıkla söyleyebiliyorlar. Öğrencilerin dosyasını dolduran sınıf öğretmeni, babasının maaşını sorduğu bir öğrencinin: ‘Söylemeyim, ezilirsiniz hocam’ sözü karşısında şöyle mi diyecektir: ‘Senin baban çok kazanıyor olabilir ama benim mesleğim kutsal! O rahat geçiniyor olabilir ama benim mesleğim kutsal! O tatil yapıyor olabilir ama benim mesleğim kutsal! O ailesini daha rahat geçindiriyor olabilir ama benim mesleğim kutsal! O hafta sonlarında dinleniyor olabilir, ben de üç beş kuruş daha kazanabileyim diye hafta sonu sınavlarını takip ederek her sınavda görev istiyor olabilirim ama benim mesleğim kutsal! Yavrum, gel sen bırak kurduğun hayalleri, bak benim mesleğim kutsal, sen kendine benim mesleğimi seç çünkü bu meslek kutsal!’ Ve statüsü yok edilmiş öğretmenlik mesleği…

 ÖNCEDEN İNSANLARIN DOKTORLARLA/SAĞLIK ÇALIŞANLARIYLA İLİŞKİSİ: Genel olarak bizler önceki yıllarda hastanelerde bitmeyen kuyruklarda gelmeyen sırayı beklerdik. Görevliler kahvaltı eder, sıradakiler koridorlarda sigara içer, pis kokudan sağlam geleni bulantı tutardı. Bekleyenlere sıra ya gelir ya gelmezdi, şikâyetçi olsak bize kızarlardı ve kesinlikle gittiğimizden daha hasta dönerdik evimize.

ŞİMDİ: Dünyanın en iyi hastaneleri yapılıp hizmete girdi, insanımız (herkes bu karşılaştırmayı dünyanın her ülkesiyle yapabilir) dünyanın en iyi sağlık hizmetini alıyor. Ama bu hizmeti alanların büyük bir kısmı, edeplice teşekkür edeceği yerde;  terbiyesizleşiyor, saldırganlaşıyor, azgınlaşıyor; doktorlara hakaret edecek ve şiddet gösterecek kadar kendini ali kıran baş kesen sanıyor. Ankara’da saldırıya uğrayan sağlık personelinin, hasta kabul odasının arkasına sedyeleri yığarak kendilerini saldırganlardan korumaya çalıştıkları görüntüler herkesin hafızasındadır. Bu yaratıklar(!) nasıl böyle oldular? Yıllar önce Kurtlar Vadisi dizisinin bir bölümünde, tam olarak ne iş yaptığı bilinmeyen Polat Alemdar, yaralanan bir arkadaşı için adamlarına yaka paça evinden getirttiği bir doktorun yakasını toplayıp: ‘Doktor ne yap et arkadaşımı yaşat, yoksa seni öldürürüm!’ demişti. Yetişmekte olan bu saygısız nesilde, bu ve benzeri dizilerin-filmlerin etkisi yok mudur? Doktor, tanrı mı, yaşatma gücü mü var; hastası için ancak elinden geleni yapar. Sonra senin Polat Alemdar, hastayı yaşatamadı diye doktoru öldürme gibi bir hakkın mı var? Hastası iyileşemeyen ya da ölen kişilerin doktorlara saldırmasında ve insanlık dışı davranışlar göstermesinde, bu sahnelerdeki doktorlara yönelik saldırganlığın payı olmadığı söylenebilir mi?

Bir örnek: Yakın tarihte ağrı çekerek bir diş hastanesine gitmiştim. Sıra numarası alıp beklemeye başladım. Çok seri çalışıyorlardı. Yanımda yaşı otuza ulaşmamış bir hanım vardı. Telefon geldi ve mahalle dedikodusu türünden basit bir konuda bitmeyen bir konuşma başladı. Dibinde oturduğum için rahatsız olduğum halde dinlemek zorunda kaldım. Bir süre sonra karşıdaki kişi: ‘Sıran ne zaman, ne zaman gelirsin, Hatice’ye gidelim mi?’ dedi. Yanımdaki şu cevabı verdi: ‘Buradaki geri zekâlılar uğraşıp duruyor, bilmiyorum ki ne zaman gelir sıram?’ Buraya gelip kokan ağzındaki çürük dişinin tedavisini yaptırmaya çalışan bir …, az sonra masasına oturup tedavi beklediği diş hekimlerine hakaret etme hakkı görüyordu kendisinde. Ağrımdan o anda bir şey diyemedim ama şu sözleri diyemediğim için hala çok pişmanım: ‘Eğer içeridekiler geri zekâlı sen ileri zekâlı olsaydın, sen de onların yanında olurdun. Burada çalışanların, ülkenin en zeki çocukları olduğu herkesin malumu!’

Yakın tarihlerde, kaldırım taşını sökerek kendisine bakan doktora saldıran bir azgın da gündeme geldi. Bir doktor, tam yirmi yılda çok zor ve ağır bir eğitim süreciyle yetişiyor. Elifi be’den ayırt edemeyenler karşısında bu kadar çaresiz bırakılmaları kabul edilebilir bir durum değildir. Kaldırım taşı sökerek doktora saldırmak için yolda bekleyen bir azgının terbiyesinden geçtim, eğitim düzeyi ne olabilir, böyle bir davranışı gösterdiğine göre. Bilindiği gibi bu doktor da odasının kapısını içeriden kilitleyip durumunu ilgililere haber vermişti, çaresizce.

Bu yozlaşmanın bir sınırı olmayacak mıdır? Bu yozlaşmaya bir ‘Dur’ diyen olmayacak mıdır? Edepsizliği yiğitlik, ahlâksızlığı delikanlılık, terbiyesizliği cesurluk sanan bir soysuzluk, bir sürü farklı şekilleriyle ortaya saçılmış durumdadır. Bu nasıl bir sistemdir ki tüm kurumlarda taşları bağlayıp köpekleri salmışlar. Serserilikten başka sermayesi olmayanların, edep ve terbiyeden nasibi olmayanların, ilim ve irfandan hissesi olmayanların ‘ali kıran baş kesen’ olup herkese saldırdığı ve anlamlı hiçbir cezaya çarptırılmadığı bir ortamda, insanlar hangi motivasyonla mesleklerini yapacaklardır?

Hiçbir sorumluluk yüklemeden, emek vermeyi, saygı göstermeyi, herkese karşı terbiyeli olmayı öğretmeden yetiştirilen bu bencil ve saygısız küçük tanrıların terbiyesiz davranışları, yalnızca okullarda ve hastanelerde değil; trafikte, yolda, parkta, metroda, otobüste, dolmuşta her yerde görülmektedir. Bunlar; bir bekleme salonunda ayak ayaküstüne atıp ayakkabısının yanındaki kişinin üstünü kirlettiğini gördüğü halde umursamazlar. Metroda otururken ellerini enselerine kenetleyip yanındakini rahatsız eder, umursamazlar. Dolmuşta seslice burun siler, otobüste telefon açıp bağıra bağıra konuşur, bulundukları yerleri kirletir, insanların rahatsız olduğunu görür, umursamazlar. Ne yazık ki çevredekilerin de canı sıkılmaktan başka tepkileri olmaz çünkü böyleleriyle uğraşmaktan yorulmuşlardır. Bu durumda demek ki tüm terbiye kurallarının gereken her yere yazılıp asılması gerekiyor. Ör: ‘Lütfen sessiz olunuz!’, ‘Lütfen koltuklara ayakkabıyla basmayınız!’, ‘Lütfen çevrenizdekilere rahatsızlık vermeyiniz!’, ‘Lütfen çevreyi kirletmeyiniz’ gibi. Bu konuda herkes üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmelidir.

Aileye düşen sorumluluk: Anne-babalar, çocuklarına kendilerine, öğretmenlerine ve bütün büyüklerine saygı göstermek zorunda olduklarını öğretmelidirler. Bunu öğretmeleri, çocuklarının iyi birer evlat ve insan olmasına yardımcı olacaktır. Aile içinde bencil yetişen, saygı göstermeyi öğrenmeyen bir çocuk, başka hiçbir yerde bunu doğru şekilde öğrenemez. Böyle yetişen çocuklar anne-babalarına saygısız oldukları gibi, okulda öğretmenlerine, ağrı ve acı çekerken ellerine düşüp şifa istedikleri sağlık görevlilerine ve büyük-küçük hiç kimseye saygı göstermeyeceklerdir.  

Sağlık Bakanlığına düşen sorumluluk: Bir kişi, kendisine hizmet eden sağlık çalışanlarına ağzına geleni sayacak, tekme-tokat saldıracak, mümkün olsa öldürecek kadar zorbalaşabiliyorsa bunun önüne en sert yöntemlerle geçilmesi, en ağır ceza ve yaptırımlarla yaptığının karşılığının ödetilmesi gerekir. İlk olarak sağlık personeline saygısızlık eden ve saldırmaya yeltenenlerin kimlik numarası alınarak ülkedeki tüm resmi sağlık kurumlarının hizmetlerinden süresiz olarak men edilmesi gereklidir.

Milli Eğitim Bakanlığına düşen sorumluluk: Okullarda, öğrencilerimize, kendileri için her türlü imkânı hazırlayarak yetişmesini sağlayan devletine, bu devleti ayakta tutan milletine, her türlü emeği vererek kendisini yetiştiren ailesine hizmet etmekle borçlu olduğu öğretilmelidir. Mevcut müfredatta görüldüğü gibi ‘milli bir eğitim’ vermeden, herkese daha çok kazanmayı ana amaç olarak gösteren bir eğitim-öğretim anlayışı, parası çok olan tarafından ‘devşirilecek’ zeki ve çalışkan köleler yetiştirir. Sahibinin kim olduğu önemli değildir, önemli olan kendisine kaç para ödendiğidir. Ülkedeki ‘kapağı yurt dışına atmak’ hevesinden başka isteği olmayan öğrencilerin durumu iyi değerlendirilmelidir. Burada iş beğenmeyip Hollanda’da, çalıştığı çiftlikte hayvan gübresi atan ziraat mühendisinin, kendisini orada mutlu saymasındaki maraz incelenmelidir. Biz öğrencilerimize, bu dünya hayatında ‘para’ kazanmaktan çok daha önemli olan amacın ‘kişinin olabileceği en iyi insan olmaya çalışması’ olduğunu bir kez bile söylemeden onları mezun ediyoruz. ‘İyi bir insan olmak’ amacı, öğrencilerimizin hedefleri arasında bulunmamaktadır! Lütfen! Bu toplumun iyiliğini istiyorsanız, erdemli, ahlâklı bir nesil istiyorsanız ‘iyi bir insan nasıl olunur’ sorusu çerçevesinde hazırlanmış ‘SOSYAL TERBİYE DERSİ’ acilen müfredata eklenmelidir. Bunun yanında, öğretmenlik mesleğinin saygınlığının korunması için hangi kademede olursa olsun, öğretmenine bağışlanamayacak saygısızlık eden öğrencinin örgün eğitimle ilişiği kesilmelidir. MEB, bir okulda terbiyesizlikte haddini yüzlerce kere aşan bir öğrenciyi, oradan alıp başka bir okula göndererek diğer öğretmenleri de aynı terbiyesizliğe maruz bırakmaktan vaz geçmelidir. Böyle öğrencilere uzaktan eğitim imkânı verilmeli, MEB öğretmenlik mesleğinin saygınlığı korunmak için hiç olmazsa bundan sonra bu adımları atmalıdır.

Bu yazım vesilesiyle bizleri yetiştiren anne-babalarımıza, yeni eğitim-öğretim dönemine giren saygıdeğer öğretmenlerimize, fedakârca hizmet eden sağlık çalışanlarımıza şükranlarımı sunmayı bir borç bilir, saygılar sunarım.

Not: İslam dünyasının büyük değeri Yusuf el-Karadavi, hayatının dünya sürecini bitirmiştir. Rabbimizden bol rahmet dileriz.

 

[1] Nesâî, Cihad, 6.

[2] Hz. Ali

[3] Muhibbi/Kanuni Sultan Süleyman