DİYARBAKIR MEKTUBU!

Ayten DURMUŞ, hertaraf.com 04.11.2021

Değerli kardeşim T., birlikte yediğimiz yemek, içtiğimiz çay hatırına, buraya yazdıklarımı, bana söz ettiğin arkadaşına gönder; benim gibilerin durumunu kaleme aldığı bir yazı yazsın da bizim aldanış öykümüzü başkaları yaşamasın.

‘Hanımefendi! Beni tanımıyorsunuz biliyorum; hakkımda öğrenmek istediğiniz her şeyi ortak arkadaşımız T., size yazıp gönderdiklerime ve sizden ne istediğime ek olarak anlatacaktır. Beni anlayacağınızı umuyorum. Sizden çok şey istemiyorum, suskun çığlığıma ses olun yeter!’

‘Ben her açıdan çok zor şartlarda liseyi okudum ve Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Bölümünü kazandım. O dönemde birkaç arkadaşımla birlikte başörtüsü kullanma kararı aldık. Tabii bu karar ne demekti o zamanlar, bunu şimdi açıklamak gerçekten zor; çünkü başörtüsü tüm hayatı baştan aşağı değiştirmenin adıydı. Bu kararı aldıktan sonra tüm hayatımızı yeni baştan düzenlememiz gerekiyordu. Çünkü artık -pek de bilmediğimiz- dinimiz İslam’ı temsil konumundaydık ve bu çok şerefli bir konumdu. Hep birlikte kitaplar alıyor, okuyor, okuyorduk. Kapak adı ‘İslam’da bilmem ne?’ olan kitaplar yayımlanıyordu mantar gibi ardı ardına ve ben de hepsini bulup, alıp okuyordum. Bir süre sonra İslam’ı iyi öğrenmek adına daha temel kaynakları okumaya başladım. Okumaya olan sevgim ve var olan okuma alışkanlığım, ciltlerce temel kaynakları okumamı da kolaylaştırıyordu.

Sonradan evleneceğim A. ile aynı okuldaydık, tarih bölümü öğrencisiydi. Bir toplulukta tanıştık, güzel konuşması, söylediği ayetler, hadisler ve bunları değerlendirmesi beni etkiledi. Zaman zaman topluluk halinde karşılaşıyorduk, ortak değer ve düşüncelere sahip olduğumuzdan ayaküstü konuşmalarımız da oluyordu. Benimle ilgilendiğini hemen hissettim ve bir gün, bana âşık olduğunu söyledi, ben de inandım.

Ayrı şehirlerde yaşıyorduk. Okul bitince geleneklere uygun şekilde söz kestik, yüzük taktık. İlk farklılıklar o zaman ortaya çıktı. İkimizin ‘İslam, Müslümanca bir aile, Müslümanca bir yaşam’ derken tamamen başka şeylerden söz ettiğimizi, daha o zaman yani çok erkenden anladım. Kendi kendime karar verdim, bu yanlışı yapmayacaktım. O yıllarda telefon yoktu şimdiki gibi, bu nedenle bizim evimize, kendisi veya ailesi ilk geldiğinde, söz bohçasını ellerine verip: ‘Bu iş bitti, bizden olmaz; biz birbirimize uygun değiliz. Kusura bakma!’ deme kararı aldım.

Bir gün çıkıp geldi ve A. eve girdiği anda anne ve baba tarafımdan, anne ve babamın fırsatçıları diyebileceğim bir sürü akraba da eve geldi. Ne yapacağımı bilemedim. Herkesin ortasında, söz bohçasını vermeyi bir türlü beceremedim. Neden beceremedim, bilmiyorum. A. da kısa süre kaldı, isteklerini bana dikte etti ve kaldığı yarım saat içinde, kararımın ne kadar doğru olduğunu bana bir kere daha gösterdi.

Ailemin şerefi, o dönemdeki şartlarımız, babamın ve annemin hayal kırıklıkları… Üstüne bir de ben bu durumun sıkıntısını ekleyemedim. Onlar mutlu olsun, dedim ve kendimi dışarıdan bir seyirci gibi olayların akışına bıraktım. Sanki benim hayatım değil de bir başkasının hayatı için alınıyordu kararlar. Hata benim, kimseyi suçlamıyorum, tamamen benim. Ben kötü kaderin ayak seslerini duymuştum, onu kovacağım gün, ailemin fırsatçıları çevremi sardı, sustum, boyun eğdim kadere veya adı her neyse işte, yani olana itiraz hakkımı kullanamadım.

Evlendik. Ben çiçektim(?), dışarısı beni kırar soldururdu, evde olmalıydım; eşimden izinsiz hiçbir şey yapamamalıydım. Ondan izinsiz, anne-babamı bile ziyarete gitmemeliydim. Eğitim gördüğüm alanda çalışmayı ya da hayal ettiğim gibi yüksek lisans-doktora yapmayı falan unutmalıydım, hem ‘vekarne’ ayeti vardı; evde olmalı ve o kalabalık ailenin bitmeyen işlerine yetişmeye çalışmalıydım. Çünkü kadının yeri eviydi. Hem zaten denilmiyor muydu: ‘Kocası razı olmadıkça bir kadın cennete giremez. Kocasını razı ederse cennetin dilediği kapısından girsin(?)’ diye, ben onu razı etmeliydim. Onun yüzünü güldürmeliydim, onun her hizmetini görmeliydim, ailesinin her hizmetini görmeliydim, sülalesini hoşnut etmeliydim. Öyle kendi hayallerim için uğraşıp çalışma veya isteklerim için bir şeyler yapma hakkı gibi saçmalıklara yönelmemeliydim. Artık evli bir kadındım, ona göre davranmalıydım.

Ailesiyle birlikteydik. Bu dönemi anlatmaya gücüm yetmez; rezalet, felaket… Kendimi düşürdüğüm duruma, yaşadığım olaylara sabrıma kendim bile inanamadım. Askerlik ve sonrasında eşimin işe girme süreci, feri sönen gözlerim... ‘Yeter artık!’ dedim fakat bunu dediğimde arkamda duracak ailem yoktu, bana hiç olmazsa bir süre olsun destek olacak tek kişi bile yoktu. Eşim bir türlü benden hoşnut olmuyor, kendisini hoşnut edebilmem için annesi ne derse itirazsız sorgusuz yapmamı istiyordu. Ancak onu da memnun edebilmenin imkânı yoktu; kızlarından, oğullarından, kardeşlerinden, eşinden, eşinin kardeşlerinden özetle herkesten şikâyetçi ve hoşnutsuz olan bir kadını ben nasıl hoşnut edebilirdim ki? Edemedim. Okuduğum kitaplar, dergiler, ayetler, hadisler, fıkhî kaideler; güzel bir gelecek adına söylediğim marşlar… Hepsi bir toz bulutu olup uçup gitmişti. Sonunda İslamcı-mücahit kocam, bana kitap okuma yasağı da koydu. Çünkü okuduğum tefsir, annesinin dediklerini yapmama engel olan fikirler veriyormuş bana.

Tükendiğimi hissettim. Artık daha fazla dayanamayacaktım. Ailemin yanına dönmem de mümkün değildi. Okurken tanıştığım Erzurum’da çalışan bir arkadaşım vardı, yol parası hazırladım ve onun yanına gitmeye karar verdim. Evlenirken takılan üç beş bileziği bile yanıma almak istemedim. Sadece yol parası… Gidecektim.

Birden hastalandım, sürekli başım dönüyor, kalkamıyordum. Yaşadığım hayata zaten çok üzülüyordum ve çok zayıflamıştım. Kalkıp gidebilecek duruma geldiğim anda, gidecektim. Yaşadığım şartlar gereği ve şimdiki gibi telefon olmadığı için taksi çağırmak mümkün değildi; kendimde terminale gidecek gücü bekliyordum artık. Yemek dahi yiyemiyor, ne yersem hemen kusuyordum. Bu durum devam edince, eşim: ‘Doktora gidelim.’ dedi. İlgisi bile beni kızdırıyordu artık çünkü onda gerçek bir sevgi hissetmiyordum. Ben sadece onun cinsel istekleri konusunda harama gitmemesi için vardım; dahası ona bu konuda asla ‘Hayır’ da dememeliydim; bu da çok büyük bir günahtı, melekler ve Allah sabaha kadar bana lanet ederlerdi. (Sabah olunca lanetten vazgeçiyorlarmış demek ki!) Ben sanki bir robottum, duygularım, üzüntülerim, hastalıklarım yoktu. Tabii bir de herkes için çok iyi bir köleydim. Gerçekten tam olarak köleleştiğimi hissediyordum. Herkesin hizmetinde olup hiçbir isteği olmayan, herhangi bir isteği olmasına izin de verilmeyen, başka bir konuda değil kendisi için bile söz hakkı olmayan bir köle… Ben böyle bir evlilik istemiyordum.

(Burası ilk çocuğum oğluma) En büyük yanlışımdan fiili tövbeyi yapacakken varlığını öğrendim. O gün, hayatımdaki en zor kararı verdim. Kendi hayatımı feda etmek pahasına da olsa seni babasız bırakmayacak, babasız büyütmeyecektim. Sevgili oğlum, ben, başka bir sebeple değil, Peygamberimiz Hz. Muhammed, evliliği tavsiye ettiği için evlendim; O ‘Evlenin çoğalın’ dediği için seni doğurdum. Ben, sen babasız kalma diye canımı dişime takıp kendimden vazgeçip evliliğime hayat vermeye çalıştım. Sen, yalnız ve kardeşsiz kalma diye kardeşlerini dünyaya getirdim. Sen yalnız ve kimsesiz kalma, çevrende amcan, halan, dayın, teyzen olsun diye hepsinin zulme varan tavır-davranışlarına sabrettim. Senin büyükannen-büyükbaban olsun, kendini dallı budaklı gür bir ağaç gibi hisset diye hepsinin hadsizliklerini yuttum ve bana hiç zulmetmemişler, sanki hep çok iyi ilişkilerimiz varmış gibi davrandım. Oğlum, esasında sen benim hayatımda başlayan, en dibine düşüşümü simgeleyen çığın ilk topağı oldun. Ben buna takdir dedim, başka bir şey demedim ve seni çok sevdim. Sonunda bugüne geldim. Şimdi geriye ve bugüne bakıyorum, sonuç şu: ‘Sevgili oğlum! Sen beni, gemisinde ağlayan Nuh kıldın. Ben Nuh değilim oğlum, ben Nuh değilim. Ben Nuh olmaya dayanamam; bunu görmek ve hissetmektense ölmeyi binlerce kere tercih ederim, inan!’

Siz söyleyin, peki, ben şimdi ne için yaşamış oldum?

İlk iki çocuktan sonra eşim, Diyarbakır’a atandı, bunu bir çıkış yolu olarak düşündüm. Gittik ve bir süre sonra oraya yerleştik. Biri kız biri erkek iki çocuğumuz vardı; eşim bir erkek çocuk daha istiyordu; üç kızımız daha oldu. Çocuklarımızın hiçbirisiyle hiçbir konuda ilgilenmedi. Ben kendi başıma uğraştım durdum. Neden çocuklarla, okullarıyla, dersleriyle, hastalıklarıyla, sorunlarıyla ilgilenmediğini sorduğumda: ‘Annesin senin görevin, sen ilgilen!’ dedi. Beş çocukla işlere yetişemediğimi söyledim: ‘Kadınsın görevin, tabii ki görevlerini yapacaksın!’  dedi. Kendisiyle ilgili yapabileceği bazı işleri kendisinin yapmasını istediğimde: ‘Kendi işimi kendim yapacaktım da ben niye evlendim? Bunlar senin görevin, sen yapacaksın!’ dedi. Ailesi gelir ve aylarca hiç dinlenmeden, asla şikâyet etmeden hizmet ederdim, bir teşekkür bile etmez: ‘Gelinsin görevin, tabii ki hizmet edeceksin!’ derdi. Ne çok görevim varmış benim! Ben de iyi bir Müslüman olmak, iyi bir eş olmak, iyi bir anne olmak, iyi bir gelin vs. olmak adına, altında çoktan ezilip tükendiğim ne varsa canımı dişime takarak hepsine yetişmeye çalıştım; sonunda manen tükendim. Ancak nedense hiç soramadım: ‘Peki senin bir koca ve baba olarak görevin ne? Vakıflarda, derneklerde ayet-hadis konuşarak âleme nizam vermek mi? Ara sıra karaladığın İslam adına bol ahkâm kesen yazılarını yayımlatacak kişiler-yerler aramak, yayımlanınca da dünyayı kurtardığını, çok büyük işler yaptığını sanmak mı?’

Bu konuda size özellikle şunu söylemek isterim: Kadınların büyük bir kısmı, çocukları babasız büyümesin diye her gün biraz daha evlendikleri erkeğin tanrılık egosunu tatmin etmek, her gün biraz daha onun için yaratılmış bir köle olmak zorunda kalmaktadırlar. Erkeklerin çoğu ise yaptıklarının kendilerini ilahlaştırmak olduğunun farkında bile değiller. Her şey benim istediğim gibi olacak diyen, secdesiz tapınılan bir ilah…

Sonra bir gün, saçlarımın yarısından çoğunun ağardığı bir gün gelip dedi ki: ‘Ben birine âşık oldum, günaha girmek istemiyorum, senden ayrılıp onunla evleneceğim.’ Öğrendim, aynı okulda çalıştıkları bir öğretmenmiş, kızımızla yaşıt. Başka kızlarda kınayıp eleştirdiği, kızlarımızda bulunmasını istemediği hatta bu sebeplerle ara ara bana kızdığı ne varsa hepsi bulunan bir kız.

Güya inancı sebebiyle ve esasında arka arkaya doğan çocuklarımızın bakımı nedeniyle dahası biraz da beni kıskandığından çalışmamı istememişti. Arkadaşım T. söylemiştir belki ben pek çok kişinin hayranlık duyacağı kadar güzel bir kızdım. Bu kararını söyledikten sonra bana: ‘Artık ben yeni bir hayata başlayacağım, size bakamam, sen de çalış, mesleğini yap!’ dedi. ‘Benim bir mesleğim olduğu yeni mi aklına geldi, emrin olur beyefendi!’ demek geldi içimden.  Yıllar geçmiş, yaşım ilerlemiş, hiçbir sınava girmemiş, hiçbir iş tecrübesi edinmemiş, bildiğim her şeyi unutmuştum. Bu konuşmayı yaparken dedim ki: ‘Peki sen gidip evlenecek ve kendine yeni bir hayat kuracaksın, neden çocuklara ben bakıyorum, yanına al, sen bak! Ben de gidip bir başkasıyla evlenip kendime yeni bir hayat kurayım öyleyse!’ Sapsarı kesildi, elleri titredi, hiçbir şey diyemedi. O; evlenecek, yeni ufuklara yelken açacak, ben beş çocuğa hem anne hem de baba olacaktım. Ona göre benim evliliği düşünmem bile olacak şey değildi, ben onun arzu ettiği ve beklediği gibi çocuklarla kalmalı, onlara bakmalıydım.

Peki, hem anne hem baba olabildim mi çocuklara? Tabii ki hayır! Çocukların baba özlemi hep oldu ama ellerinden bir şey gelmedi. Topluma bakın ne kadar boşanmış aile varsa neredeyse hepsinde baba, çocuklarını bir yük gibi görüp annelerini başına çırparak yeni bir evlilikle yeni hayat kuruyor. Kadın, anne-baba olarak yetemediği çocuklarıyla maddi sorunların da eklendiği hayat mücadelesini sürdürmeye çalışıyor. Bana bu durumda, bir adalet gösterir misiniz?

Bu nasıl bir dini anlayışsa eşim gibi erkeler için yeni bir kadınla nikâhsız görüşmek haram ama evlendiği ve 20 yılını kendisine hizmet ettirerek çalıp tükettiği bir kadını, beş çocukla terk etmek günah değil! Bunun bir vebali yok öyle mi? Çocukları, baba ilgisi ve sevgisinden mahrum etmenin, çocukların evliliğinin gündeme gelmesi gereken bir dönemde, onlar yerine kendini evlendirip, onlarla ilgili tüm sorumluluğu üstüme yıkıp gitmenin bir vebali yok öyle mi? Şunu açık bir şekilde söyleyebilirim: Ben artık İslâm’dan konuşurken sözü kimselere bırakmayan ayrıldığım kocamla ve onun dindaşlarıyla aynı dine inanmıyorum! Onun yaşadığı İslam’sa ben o dinden değilim. Bana gelince, benim yıllar boyu inandığım şeyler de esasında İslam değil, ibadet soslu kutsanmış bir gelenek dini imiş, tam anlamıyla bir atalar dini! Yıllardır yaşadığım ne varsa hepsinin bir ‘atalar dini’ olduğunu ne kadar acı bir tecrübeyle öğrendim. Şimdi ben bu dine kızlarımı davet edemem, onların böyle benim gibi yaşamasını, kendilerinden vazgeçip kocalarına kul-köle olarak adanmalarını, kanları dökülmeden kurban olmalarını/edilmelerini istemiyorum. Cennetlerinin bile hayatlarının bir noktasında dâhil olan ve canı isteyince çekip giden bir erkeğin iki dudağı arasında olduğu iddia edilen bir dine ben inanmıyorum ki onları nasıl davet edeyim? Benim çocuklarım babalarına bakarak dinlerini seçtiler. Hani bu ülkede birileri sık sık ateizmin yayıldığından söz ediyor ya! Bu yazdıklarımı, işte o ateizme sebep olanların kimler olduğuna bir cevap olsun, belki kendilerine gelirler diye size gönderiyorum.  Gerisi size kalmış… Selamlarımla…

(Çocuklarım: Furkan Muhammed, Fatma Zehra, Hatice Kübra, Hanne Meryem, Elif Sena: Söylemesi gerçekten çok zor ama hepsi ateist. Ad koymakla kişilik oluşturulamıyormuş. Bu durum için onları suçlamıyorum. Yine de tüm gücümle hepsini hayata karşı en donanımlı şekilde yetiştirmeye çalışıyorum. Ben mi, ben hala Müslüman’ım ama inandığım din, bu toplumda İslam adına çok konuşan çoğunluğun diniyle aynı değil. Şimdi ben boşa harcanmış bir ömür mü yaşadım? Lütfen uygun olduğunuz bir gün bana cevap verir misiniz?)