İnsan-ı Kâmil Olma Yöntemi Olarak SİYER

Kur'anî Hayat Dergisi (sayı 2014/34)

Kur’an-ı Kerim, beşer olarak yaratılan kişide, ‘İnsan-ı Kâmil’i ortaya çıkarmak için nazil olmuş Son Kitap’tır. Hz. Peygamber, bu Kitabın ilk öğrencisidir. O, bu sebeple tüm insanlık için çok özel ve üstün bir örnektir.

Bilindiği gibi sahabe, Peygamberimizin ahlâkı hakkında bilgi almak istediğinde, Hz. Âişe annemiz şu cevapları vermiştir: "Siz Kur’an'ı okumuyor musunuz? O'nun ahlakı Kur'an'dı." (Müslim, Misafirin, 139); “Sen Kur’an okumuyor musun? Kur’an’da O’nun hakkında ‘Şüphesiz ki sen yüce bir ahlâk üzeresin.” (Kalem, 4) buyrulmuştur.” (Ahmed b. Hanbel) demiştir. Bir diğerinde ise, “O’nun ahlâkı Kur’an’dı. Müminûn Suresi’ni okuyorsunuz değil mi? Oku!” demiş. Muhatabı bu surenin ilk bölümünü okuduktan sonra, “İşte O’nun ahlâkı bu idi” karşılığını vermiştir. (Buharî, el-Edebü’l-Müfred, 99; Hâkim, el-Müstedrek, 2/392). Yine bir başka sefer de şöyle demiştir: “O’nun ahlâkı Kur’an’dı. O, Kur’an’da Allah Tealâ’nın gazap ettiğine gazap eder, razı olduğuna razı olurdu.” (Beyhakî, Şu’abu’l-İman, 2/154.)

Bu yüzden Sevgili Peygamberimiz (sav): "Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim." (Muvatta', Hüsü'1-hulk, 8) buyurarak, peygamberliğin gayesinin "güzel ahlak" temeline dayalı bir sistem inşa etmek olduğunu ifade etmiştir. Kur'an-ı Kerim’de Rabbimiz, O'nun hakkında: "Sen yüce bir ahlak üzeresin" (el-Kalem, 68/4) buyurmaktadır. İnancımızın, bir insanın ‘duygu, düşünce ve amel’ toplamı olan ahlâkına verdiği büyük önemi anlamak için Kur'an’a ve Hz. Peygamber'in hayatına/siyere şöyle bir bakmak bile yetecektir. Başka her şeyi kenara koyarak yalnızca İslam’ın oluşturmaya çalıştığı ‘savaş ahlâkı’na bile baksak, bizde geriye kalacak olan şey, merhametli bir Allah’ın insanlık eliyle inşa ettiği bir sisteme duyulan hayranlık olacaktır.

Kur’an-ı Kerim’i; ‘Hz. Peygamber’de var olan güzel ve üstün fıtratı, üstün bir şahsiyet haline getiren Kitap’ nazarıyla okuduğumuzda, bu gerçek, hayatın her bölümünü kapsayacak şekilde görülüyor. Kitabımız, yaşanan her durum ve oluşa göre Hz. Peygambere ve tabiîlerine, nasıl olacaklarını ve davranacaklarını, sürekli tekrarla öğretiyor.

 

Elbette bu Kitap, bugün de aynı bakış açısıyla okunmalıdır. Okuyan, hitaba muhatap olarak öncelikle karşısına kendisini koymalı, vahyin ellerine kendisini teslim etmelidir. Kitabın her mensubu, anladıklarını kişiliğine yerleştirmeye çalışmalıdır. Anlamadığı veya yeterince anlayamadığı durumlarda ise anlamak için her vasıtayı kullanmaya gayret edip bu süreci devam ettirmelidir.

Bu yolculuk, şüphesiz ki Hz. Peygamberi adım adım takip etmek ve onun eşsiz örnekliğini (usve-i hasene; Ahzab Sr: 21) kendi benliğinde hayata geçirmektir. Siyer; ‘olgun/erdemli/üstün/kâmil insan’ haline nasıl gelindiğinin anlatımıdır. Günümüzdeki siyer çalışmalarının öncelikli gayesi de ‘Kâmil İnsan’ olmanın yollarını öğretmek olmalıdır. Bu yolun yolculuğu elbette ömür boyu sürecek ve çok çalışmayı gerektirecektir. Sorulabilir: ‘Bu yolculuğun menzili nedir, neresidir?’ ‘Salaman ve Absal’dan (İbn Sina) alıntıyla cevap verelim: ‘Yol ikidir; biri senden yukarıya, diğeri senden aşağıya.’

Evet, bu iki yolun birincisi ‘İnsan-ı Kâmil’ olmayadır ki zirvede, Son Elçi olması sebebiyle Hz. Peygamber’i görürüz. Diğeri ise ‘esfel-i safilin’edir ki oranın da gönüllü pek çok yolcusu vardır. (Tin Sr: 5). Yani insan, en üstün özelliklerle yaratılışı/‘ahseni takvim’(Tin Sr: 4) oluşu sebebiyle en iyi ve üstün hale gelebileceği gibi, kendi elleriyle kendisini esfeli safiline sürükleme imkânına da sahiptir.

Hz. Peygamberin bir takipçisi olarak ‘İnsan-ı Kâmil’ olmanın yol ve yöntemlerini öğrenmek için Kur’an’ı ve Siyeri, beraber ve iç içe, ‘öğrenmek-anlamak-yaşamak’ gayesiyle okuduğumuzda ise biz, pırıl pırıl bir hakikatle karşılaşırız. O da şudur: ‘Kur’an, beşeri, Hz. Peygamber örnekliğinde, ‘İnsan-ı Kâmil’ kılmak için indirilmiş bir kitaptır.’

‘İnsan-ı Kâmil’ olanların bazı özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:

* Güçlü bir manevî hayatları vardır. Yaratıcıyla ilişkileri yakındır ve ibadetlerinde samimidirler. Bu sebeple duygusal hayatları da derin ve anlamlıdır. (Müminun 23/2, 9)

* Vakitlerini en güzel ve değerli şekilde kullanmaya gayret ederler çünkü geçen vaktin bir daha tekrarı mümkün olmayan hayat olduğunu bilirler. Hayatı ve kendilerini değerli bulurlar. Bu sebeple hayatlarını işgal eden anlamsız ve değersiz olan her söz ve halden yüz çevirirler. (Müminun 23/3)

* Eğer varlıklı iseler her zaman yardımcı oldukları birileri vardır (Müminun 23/4) ve bunu genellikle saklı tutmayı tercih ederler. (Bakara 2/271). Toplumumuzda yaşanan tüm maddi krizlere rağmen iç kargaşa çıkmamasının ana sebebi budur.) Eğer yoksul iseler ve bu durumdan çıkamıyorlarsa onlar, bunu da mümkün olduğunca saklı tutmaya gayret ederek kendi ihtiyaçlarını kendileri karşılamaya çalışırlar. (Bakara 2/273, 274)

* Namus, şeref, dürüstlük ve iffet konusunda çevrelerine güven verirler. (Müminun 23/5-7)

* ‘Kendileri, ev halkı, söz, tavır, mal, makam, çalışılan iş vs.’ gibi emanet tanımı içine giren her şeye karşı, kendi asaletleri sebebiyle gereken doğru tavrı göstererek emanete sahip olmaya, ihanet etmemeye çalışırlar. (Müminun 23/8)

* Kaba değillerdir, kolay gülümserler. Ciddiyetleri asık suratlılık değildir. (Âl-i İmran 3/159)

* Her durumdan iyi bir sonuç çıkarabilirler. Her türlü sorun karşısında ‘çözüm’ odaklı düşünürler. Hayata olumlu bakarlar. (Hadid 57/22, 23)

* Ölümü korkunç bir şey olarak görmez, insanın yaşaması gereken bir süreç olarak kabul ederler. (Vakıa 56/27; Hakka 69/19-21)

* Her durumda kendi öğretim ve eğitimlerini devam ettirirler. Doğru hayatın böyle olması gerektiğini düşünür; en kötü insan için bile bu hakkı saklı tutarlar. Ölmedikçe her insan için iyi olmak umuduna sahiptirler. (Taha 20/44; Nahl 16/125)

* Ne yaşamış olurlarsa olsunlar, asla hiçbir durum karşısında yılgın, bezgin, kasvetli, karamsar değildirler. Bencillik, nankörlük, ümitsizlik, korkaklık, acelecilik, vefasızlık, tembellik, edilgenlik, amaçsızlık, yalancılık, sorumsuzluk, aç gözlülük, asalaklık, kıskançlık, alaycılık, kararsızlık, yağcılık ve kindarlık gibi özelliklerin kendilerinde bulunmamasına dikkat ederler. (İsra 17/11, 83; Bakara 2/40, 41, 153; Hud 11/9; Rum 30/36…)

* Yenilgi ve başarısızlıklarının, hayat içinde kendilerine verilen eğitimin bir parçası olduğunu düşünür ve bunları da değerli bulurlar. (Kamer 54/10)

* Hiçbir zor ve çaresiz durumda ‘Bu iş bitti artık.’demezler. Tersine hemen ‘Bundan sonra ne yapabilirim. Nerede kalmıştık.’diyerek hayat yürüyüşlerine devam ederler. (Tevbe 9/40)

* Hoşgörü ve bağışlayıcılıkları, öfkelerinden fazladır. Bu yolla kendi aşırılıklarını ve özellikle öfkelerini kontrol altında tutmaya gayret ederler. (Âl-i İmran 3/134)

* Hayatlarının merkezine bir başka insanı yerleştirerek onun yörüngesinde, gölgesinde yaşanan uydu bir hayatı istemezler. Güneşte yanmak pahasına, kendi gölgeleri oluşsun isterler. (Âl-i İmran 3/173; Tevbe 9/59)

* Kendilerini değerlendirmeleri, önceki kendileriyle şimdiki kendileri arasındadır. (Kasas 28/33) Kıyasları da aynı şekildedir. İyi ve üstün insanları örnek alır, kendi kimliğinde onları üretir ama asla körü körüne taklit batağına düşmezler.

* İnsanlara, insan oldukları için ‘saygı ve sevgi’ gösterirler. Muhataplarının sahip olduğu ‘mal, makam, güç, imkân vs’ onların değer çizelgesinde bulunmaz. Kendi değerlerini paylaşan topluluğa karşı ise merhamet ve şefkatte olabilen en yüksek seviyededirler. (Fetih 49/29)

* Hiçbir zaruret ve sebebe dayanmadan ‘iyilik’ yapmaktan hoşlanır ve iyiliklerine karşılık beklemezler. Karşılık beklenen iyiliğin gerçekte bir iyilik değil, bir ticaret olduğunu düşünürler. (Furkan 25/57; İnsan 76/9)

* Kendileri adına ön kabulleri, sabit değerleri vardır (İbrahim 14/27) fakat başkaları adına önyargıları, yargısız infazları yoktur. Kalpleri ve gönülleri, ne kalabalık bir mezarlık ne de binlerce darağacının hazır durduğu bir meydandır.

* Zalimin yardımcısı, zorbanın destekçisi olmama konusunda hayatlarının her safhasında son derece dikkatlidirler. ‘Güçlüye taraf olma’ gibi, ‘ezik kişilik’ alameti olan bir tavır onlarda yoktur. Her durumda mazlumun yanında olmaya çalışırlar. Kendileri de ‘zalim ya da mazlum’ olmak durumunda kalacaklarsa, gönül rahatlığıyla ‘mazlumiyeti’ seçebilirler. Çünkü bilirler ki Allah mazlumların yanındadır. Ve bilirler ki ‘Allah zalimleri sevmez.’(Şura 42/40; Âl-i İmran 3/57)

* Yaşları kaç, konumları ne olursa olsun hatta senelerce anlatıp öğrettikleri bir durumun zıddına olan bir ‘hak ve hakikat’le karşılaşırlarsa derhal kabul ederek kendi görüşlerini tashih etmekte tereddüt etmezler. Çünkü onlar, hakikatin hatırının her şeyin hatırından üstün olması gerektiğini bilirler. Çünkü onlar, insanın ancak hakikatin elinden tutarak yaşadığında değerli olacağını bilirler. (Taha 20/70-73; Yasin 36/20-25)

* ‘İyi, doğru, güzel, faydalı’ olarak kendi dünyalarına hâkim kılmaya çalıştıkları ne varsa bunları yalnız kendilerinde bırakmaz; paylaşabilecekleri herkesle de paylaşmaya çalışırlar. Çünkü değer ve doğrularının ‘Evrensel Doğrular’ yani ‘Erdem’ olduğunu bilirler. (Maide 5/67)

* Ruhsal güçleri, fizikî güçlerinden çok fazladır. Bu da her hallerinden fark edilir. Yanlarına gelenler sanki bir güçle takviye edilmiş bir şekilde, daha iyi ve daha yüksek moralli olarak onlardan ayrılırlar. Bu sebeple onların yanında, güçsüzleştirilmiş çok insan görmek mümkündür. Toplumun ‘akıl, kalp, gönül’ olarak bütün ezilmişleri, onlara bakarak kendilerini şarj edip ayağa kaldırabilir. (Hud 11/31)

* Kendilerini ‘kusursuz’ görme gibi bir takıntıları yoktur. Kendi eksik ve yanlışlarını tespit ve bunlarla uğraşmada isteklidirler. Hatalarından kolay döner ve hemen tövbe ederler. (Nisa 4/17) Ancak bu durum onları, ‘kendine zalim’ olmaya sevk etmez. Kendilerine de merhametli olduklarından, kendilerini daha iyi hale getirmeye çalışırlar. (Yusuf 12/53)

* Bulundukları ortamın ‘takdir edilmiş sınav ortamı’ olduğunu düşündüklerinden, çevreleriyle ilişkilerinde ‘mücahede’ vardır fakat ‘mücadele ve mukatele’ hep gerilerde, üstü örtük olarak durur. Çünkü onlar, ömürlük mücahedelerde bulunmaları gerektiğini bilirler. (Nuh 71/5-9)

* Aile ve toplumlarının her şeyiyle yakından ilgilidirler fakat bu ilgi onların hayatlarının bireysel kısmını esir almaz. (Tahrim 66/6; Âl-i İmran 3/103) Kendi kendilerine, -sahip oldukları değerler anlamında- yetebildiklerinden, yalnız kalma gücüne de sahiptirler. Hatta onlar bu türlü yalnızlığı; ‘İbrahim, tek başına bir ümmettir.’(Nahl 16/120) ayetinin işaretiyle bir tür ‘İbrahimleşmek’ olarak görürler.

* Genel geçer kurallar, alışılmış doğrular dâhil her şeyi sorgulayabilirler. Kendilerinin sırf çoğunluk kabul ettiği veya alışılmış olduğu için bunlarla şekillendirilmesine razı olmazlar. (Araf 7/28)

* Kendi değer sistemlerinden kaynaklanan düşünce ve davranışlarına, kendileri karar vermek isterler. Bu anlamda talimat alarak hareket etmekten hoşlanmazlar. Bir topluluk ile yapılması gerekli her durumda da istişare ve şurayı kararların olmazsa olmaz şartı olarak kabul ederler. (Âl-i İmran 3/159; Şura 42/38)

* Davranışları doğaldır; planlı, programlı, yapmacık tavırlar göstermezler. Toplumları onlar için rahatlıkla ‘O, bizden biri.’diyebilirler. (Furkan 25/7, 20) Fakat onlar bilir ve şahitlik ederler ki o, onların en iyilerinden birisi, belki en iyisidir. (Hud 11/62) Üstün karakter sahibidirler. Şahsiyet ve istikamet sahibidirler. Dahası onların istikameti de bellidir. (Saffat 37/99)

* Ve onların sevgi, saygı, şefkat ve merhametleri, kendi aile bireyleri başta olmak üzere çevrelerindeki herkes tarafından derinden hissedilir. Bu yapıları sebebiyle kendilerine karşı başka hiçbir sebebe dayanmayan bir saygı hissi uyandırırlar. Onlara duyulan sevginin sebebi ise izahtan varestedir. ‘İman edip de iyi davranışlarda bulunanlara gelince, onlar için çok merhametli olan Allah, (gönüllerde) bir sevgi (vudden) yaratacaktır.’ (Meryem 19/96) Vudd, karşılıklı bir sevgidir.

Kitap’ta anlatılan ve siyerde örneklenen ‘kâmil insan’ olmak hedefine sahip ‘O müminler ki onlar gerçekten kurtuluşa ermişlerdir.’ (Müminun 23/1)