Ayten DURMUŞ, hertaraf.com 20.04.2021
Bu topraklar üzerinde yaşayanların birbiriyle konuşup anlaştığı ortak dil Türkçedir. Dildeki sağlamlık, zenginlik ve güzellik, dil aracılığıyla oluşan her durumun daha güçlü ve görkemli olmasını sağlar. Medeniyetleri oluşturan temel öğe dindir ve bu temelin binası da dille oluşur. İşte bu yüzden dil, kültür ve medeniyetin hem yapıcısı hem de yapı taşıdır. Yine bu nedenle dil, insanların anlaşabilmesini sağlayan görünmez bağların en önemlisi ve en güçlüsüdür.
Dilin zenginliği ve güçlülüğü son derece önemlidir. Nasıl ki bir ülke üretemediği zorunlu gereksinimlerini dışarıdan almak durumunda kalırsa dilde de varlık ve anlamlar için gerekli sözcükler türetilmediğinde yabancı sözcükler hızla dile girer. Bu sorumsuzluğun sonucu olarak geçmişte Arapça ve Farsçadan, Tanzimat’tan sonra Fransızcadan, 2. Dünya Savaşından sonra İngilizceden dilimize pek çok sözcük girmiştir.
Dil konusundaki bilinçsizlik nedeniyle tarih seyri içerisinde önemli eserler veren pek çok kişi Türk olmasına rağmen yazdıkları eserleri başka dillerle yazmışlardır. Bu nedenle bugün başka milletler onların eserlerini kendi dilleriyle okurken biz bu eserleri ancak dilimize çevrildikten sonra okuyabilmekteyiz. Ancak çeviri, hiçbir zaman bir eserin yazıldığı dilin yerini tutamaz;
özellikle de edebi eserlerde… Bu eserlere: Zemahşeri’nin Keşşaf’ı; Mevlana’nın Mesnevi’si, Ebussud Efendi’nin Tefsiri; Maturidi’nin Tefsiri, Fuzulî ve Şeriyar gibi büyük şairlerin bazı şiirleri örnek verilebilir. Bu durum, o dönemde kabul edilen: ‘İlim dili Arapça, edebiyat dili Farsçadır.’ düşüncesinin sonucudur. Bugün ‘İlmi kitaplarınızı Arapça, şiirlerinizi de Farsça yazmalısınız.’ denilse bu görüş kimse tarafından ciddiye alınmayacaktır. Çünkü o dönemde de bu yöneliş, ‘siyasi etkenler’ sonucu ortaya çıkmış bir durumdu. Bize göre yanlış olan bu yöneliş, o dönemde o düzeye ulaşmış ki Samaniler döneminde 350/961 yılından 366/976’ya kadar yönetimde olan Türk hakan Ebu Salih Mansur b. Nuh es-Samani dahi Taberi’nin Camiu’l-Beyan adlı tefsirini özetleterek çevirtmek istediğinde, kendisinin ve toplumun dili olan Türkçeye değil de Farsçaya çevirtmiştir.
Geçmeyen ağrılar var, gelip göğse kurulan
Bitmeyen acılar var, gün doğmasını uman
Görünmez gözyaşları damlarken umutlara
Elbet bir şey değişmez bugünden yarınlara
Tüm çıkış yollarımı kapatan çıkmazlar var
Kırılan kolum değil omuz başlarım sızlar
Neden bunca yorgunluk, dolap beygiri gibi
Yol aldırmaz bir gidiş, ne ileri ne geri
Yani tükenmez kibrin tapınma davasında
Ne demek istiyorum, anlıyorsun aslında…
Sözüm şu: Herkes geldi tam ölecek yaşına
Herkesin kıyameti kopar kendi başına
İnsan bekler evrenin düzeni alt üst olsun
Bekler diktiği lale, karanfil, zambak solsun
Sana ne, sen ölünce evrende olacaktan
Kalkıp bakacak mısın topraktaki kucaktan.
Kimi düzgün kimi de azgınca yaşamıştır
Dünyayı alt üst eden kim unutulmamıştır?
Ötelerden ne haber verilmiştir beriye?
Baktın mı, gidenlerden ne kalmıştır geriye?
Ayten DURMUŞ, hertaraf.com 02.04.2021
TOPLUMSAL GENLERİMİZ
İnanç denilen soyut durum eylemlerle görünür. Ancak tarihin her döneminde, kendilerini bir inanca nispet ettikleri halde, o inançla ilgili eylemsizlikleri nedeniyle sahip olduklarını iddia ettikleri inanç ilkelerinin çok uzağında yaşayan kişiler çok görülmüştür. Oysaki bir inanç sahibi olmak için inancın gerektirdiği eylem ve inanç için gereken eylem, canlı kalmak için zorunlu olan oksijen gibidir. Yani inancın yaşayabilmesi, inancın gerektirdiği eylemlere doğrudan bağlıdır.
Bu satırlarda, görmekle, dinlemekle, bilmekle mutlu olduğum, pek az kimsenin fark ettiği, toplumumuzun içindeki soylu bir damardan söz etmek istiyorum. Milletimizin varlığını sürdürmesini sağlayan ‘somut ve soyut’ genleriyle yüzyıllardır içeriden ve dışarıdan yorulmadan oynandığı halde, toplumumuzun millet olarak kalabilmesinin nedeni, işte burada işaret edeceğim soylu damarlardır. Bunlar, toplumu ifsat amacına yönelik araştırmacıların görüntüleme cihazlarında görülemeyen kılcal damarlar gibidirler. Onlar bu toplumun yükünü taşıyan görünmez kahramanlaradır. O damarın geçmişten bugüne nasıl geldiğini ve hâlâ nasıl canlı olduğunu, -pek çok konuda örneklemek mümkün olduğu halde- insanlıkla yaşıt bir kurum olan ‘EVLİLİK’ üzerinden örneklemek istiyorum:
İçimdeki esinti giderken ağır ağır
Siler gözyaşlarımı kimseye göstermeden
Yükselen çığlığımı sessizce dinler ve der:
Bilirsin el değmedik yaralarım var benim
Bıkmadın mı ey gönül, çareler aramaktan?
Bu nasıl bir çamurdur, elime bulaşmıştı
Sonra ruhuma kadar kaplamış her yanımı
Gözümü, kulağımı açsam bir zift yığını
Ne yapayım bilemem, kılavuz bulamadım
Söyle bana ey gönül, bildiğin bir yol var mı?
Var git yoluna yeter yakamı bırak, desem
Hep masallar anlatır bana bir çocuk gibi
Gökten üç elma düşer ama ben hiç inanmam
Çıkarsız bir sevginin nerede bengisuyu
Beni değil ey gönül, göster bir başkasını…
Ağzımda bir parmak bal, yaşamak nasıl iştir?
Kızılcık şerbetini anlatmak her sorana
Kendimi kandırmakta zorlandım nice yıldır
En büyük yalanları sen hep bana söyledin
Ben gerçeğe ey gönül, bir ömür vermedim mi?
Ayten DURMUŞ, hertaraf.com 16.03.2021
Bu satırları, Samsun-Canik’te sokak ortasında, boşandığı kocasından gördüğü şiddetten bayılmış bir kadının kafasını, küçücük çocuğunun gözleri önünde kaldırıp kaldırıp yerlere vuran, başını-bedenini tekmeleyen, yine de öfkesini teskin edemeyen, yine de baygın kadından hıncını alamayan azgının görüntüleri üzerine yazıyorum. Bu kişinin öfkesi karşısında herkes gibi ben de dehşete düştüm ve herkes gibi ben de kızlarımız-kadınlarımız adına korktum, titredim. Bu olayın şokunu Türkiye olarak atlatamadan Kocaeli’de kocası tarafından dövüldükten sonra bir odaya kilitlenerek iki gün aç-susuz bırakılan kadının morarmış yüzü ekranları doldurdu.
Bazılarının aklına hemen ‘darabehunne’ gelmiş olabilir. Bazıları da: ‘Bunlar sanki bu yaptıklarını, dindar olduklarından mı yapıyorlar?’ diyebilir, doğrudur. Bazıları ise ‘Sürekli "kadın cinayetleri" vurgusu, kadını erkeğe düşman etmeye çalışan bir sloganik medya propagandasıdır." şeklinde yersiz ve zamansız bir yorum da yapabilir.
Ayten DURMUŞ, hertaraf.com 28.12.2020
İfrat ve tefritin tozu dumana katarak göz gözü görmez ettiği bir ortamda, Kur’an’ın sürekli emrettiği, kişilerin bildikleri veya doğru bildikleri ne varsa hepsi üzerinde, ‘derin düşünme’ anlamına gelen tefekkür ne kadar da zor. Oysa gerçekçi tefekkürler olmadan gerçeğe ulaşmak mümkün değildir. Tarih ortaya koymaktadır ki gerçekçi tefekkür yapabilenler, ifrat ve tefrit içinde olanlar tarafından sürekli suçlanmışlardır. Üstelik bunlar kendi dengesizliklerini ‘sıratı mustakim’ gibi sunmakta da hep mahir olmuşlardır. Ne söyler böyleleri: ‘Doğru ve gerçek benim bildiklerim ve onayladıklarımdır.’ Hâlbuki bu söz, hiçbir insan için kesin bir gerçek değildir.
Kur’an’ı ihmal etmeden İslamî ilimler alanında uzun yıllar kapsamlı okumalar yapanlar, bir süre sonra genellikle büyük bir şaşkınlıkla şunu görürler: Önceki vahiylerin başına ne gelmişse son nebi Muhammed as aracılığıyla gelen Kur’an’ın başına da ilerleyen yüz yıllarda aynıları fazlasıyla gelmiştir. Bunlardan en önemlisiyse dinin evrenselliğine verilen zarardır.